4 Temmuz 2018 Çarşamba

Dinden Psikiyatriye: Değişen Sosyal Kontrol Sürecinin Doğası


DİNDEN PSİKİYATRİYE: DEĞİŞEN SOSYAL KONTROL SÜRECİNİN DOĞASI

M. Ruhat YAŞAR

Sosyal kontrol, bireyin davranışlarını sınırlayıp yönlendirerek, toplumun norm ve değerlerine uyumunu sağlayan bir süreçtir. Sosyal yapı içerisindeki karşılıklı etkileşimlerinden dolayı, kültür, hukuk, bilimsel bilgi ve yaşanan toplumsal değişmelerle, sosyal kontrolün değişen yapısı arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır. Bu süreçte, toplumsal yapının devamında hayati bir rol oynayan sosyal kontrol, gelişen yeni teknikleri ile farklı kurumların konusunu oluşturmaktadır.
Toplumun norm ve değerleri, sapmanın tanımı kadar, bu tür davranışlara yapılan müdahalelerin niteliğini ve etkinliğini de belirlediğinden, sosyal kontrol süreci; toplumun, norm ve değerlerindeki, kültürel yapısındaki değişmelere paralel olarak değişmektedir. Modernleşmeyle birlikte, seküler düşünceye paralel olarak beliren, ölümden uzaklaşma ve daha fazla yaşam beklentisi  hayatın tıbbileşmesine yol açmaktadır. Modernleşmeye ve rasyonelleşmeye paralel olarak, bilim, ahlak ve dini bilgi arasındaki ayrışma, kader algısını ve insan varoluşuna ait bilgileri farklılaştırdığından sosyal kontrolün niteliği de değişmektedir. Sağlık-hastalık nosyonunun, bilimsel bir bilgi gövdesi olarak artan bu gelişimi, ahlaki değerlerden yaşam tarzımıza kadar birçok alanda şaşırtıcı değişimleri beraberinde getirmektedir.

Toplumsal yapının devamında önemli bir rol oynayan sosyal kontrolün önemli bir kısmının gerileyen geleneksel ve dini kurumların işlevlerinin azalması neticesinde, psikiyatriye devredildiğini görüyoruz. Bir anlamda, psikiyatrik kontrol, oto kontrolün bittiği yerde ve sosyal kontrolün yetmediği yerde başlamaktadır. Psikiyatrik kontrol, liberal politikaların bir uzantısı olan modern birey nosyonuyla yakından alakalıdır. Sosyal kontrolün yapısında meydana gelen bu değişmeler, maliyeti oldukça yüksek düzenlemeleri zorunlu olarak gerektirmektedir. Bu kontrol anlayışı, tüketim kültürü nosyonuyla karşılıklı ilişki içerisindedir. Demokrasinin, liberalizmin, sekülerleşmenin, eğitimin ve insan haklarına saygının gittikçe önem taşıdığı modern dönemlerle birlikte, sosyal kontrol anlayışı, fiziksel, şiddet ağırlıklı yaptırımdan biyolojik ağırlıklı bir yaptırıma doğru gelişmektedir. Modern dönemde, tıbbın artan önemi, psikiyatrinin, yerleşik bazı kurumların yerini alarak sosyal kontrol üzerindeki belirleyiciliğini arttırmaktadır. Biyolojizasyon, sosyal sorunların toplumsal kökenlerinden soyutlanarak psişeye, daha da ötesi bedene yerleştirilmesini sağlamaktadır. Bu indirgeme, biyolojizasyonun, sosyal kontrolü sağlayan bir ideoloji haline gelmesini ifade etmektedir. Bu durum, sadece, sosyolojinin veya hukukun değil birçok sosyal bilimin işlevlerini de muğlaklaştırmaktadır.

Sosyal Kontrol

Sosyalizasyon sürecinin bir uzantısı olarak sosyal kontrol, kısaca, bireylerin topluma uyum sağlamalarını, düzenin devamı için uygulanan yöntem ve süreçleri ifade eder. Toplumsal kontrol bireyin üzerinde oluşturulan sosyal, psikolojik baskıyla olabileceği gibi, bazen, düzenlenmiş boş zaman etkinlikleriyle, bazen de verilen sosyal roller neticesinde davranışların, düşüncelerin dizginlenmesi şeklinde olabilir. Sosyal kontrol, genelde, sosyal sapma bağlamında anlam taşır. Sosyal sapma ise, toplumun genelinden, norm ve değerlerinden, yani, normalden farklılaşmayı içerir (Fichter,1990:163-173).

Normallik, anormalliğe göre tanımlandığından, psikiyatri; ruhsal, zihinsel ve davranışsal anlamda normalle anormal arasında yaptığı sınıflandırmalarla, sosyal kontrol içerisindeki ağırlığını arttırmaktadır. Mary Douglas'ın ifadesiyle, kullanılan bu sınıflandırmalar yoluyla, evrenin donatıları, kontrol noktalarına dönüşmektedir (Sayar,2000:122). Parsons'un analiziyle, hastalık, bir tür sapma olarak değerlendirildiğinden, bir anlamda sosyal denetimi gerektirmektedir. Normalliğin olduğu gibi, anormalliğin de bu şekilde çerçevelendirilmesi, sınırlandırılması, anormal olanın fonksiyonel bir hale getirilmesini sağlar. Durkheim'in suçla ilgili görüşlerine benzer şekilde, ruhsal hastalık, beklentiler açısından, olağan rollerden bir sapmayı içerdiğinden, anormal olmakla birlikte, suçtan bir ölçüye kadar farklı olarak, sınırlı, geçici ve düzenlenebilir bir sapmaya izin verebilmekte ve sosyal sistemin, istikrarın devamında fonksiyonel olabilmektedir.

Çatışmacı açıdan bakıldığında ise, hasta rolü, toplumsal yapıdaki asıl gerilim ve sorun alanlarını maskeleyerek statükonun devamına katkıda bulunur. Hasta statüsü, yardım edilmesi gereken ve normallerden yardım alması gereken edilgen bir rolü yüklediğinden, bu durum, hastaların sapmalarını izole eder ve marjinalleştirir. Ayrıca, bu şekilde, ruhsal hasta rolü, bireylerin hapsedildiği toplumsal bir hapishane meydana getirir (Demirci,1994:22-23). Bunun yanı sıra, hasta rolü, bireylerin zorlandıkları roller ve hayatın zor yanları karşısında, başarısızlığa uğradıkları anlarda, meşruluk kazanmalarına, kenarda durarak veya suçlu olmadan sapmalarına fırsat tanır. Ayrıca, ruhsal hastalıklar, sonucu oldukları toplumsal ve ekonomik çelişkilerin, gerilimlerin bireysel düzleme indirgenmesine zemin hazırladığından sosyal çelişkilerin hasta rolüyle, ilaçla, nihayetinde de tüketimle normalleştirildiği bir supap niteliği taşımaktadır.

Normallik, en genel anlamıyla, toplumun, grubun genel eğilimlerinin bir ortalamasını ifade eder. Sosyal kontrolün, sadece, sosyal sapmaları önlemeye çalışmadığı, aynı zamanda, düzen içinde ilerlemeyi savunan bir normallik anlayışına da sahip olduğunu belirtelim. Ancak, ilerlemenin bir çeşit anormallik olması, sosyal kontrolle ilerleme arasında çelişkilere neden olmaktadır. Bir anlamda farklılaşmanın, değişmenin ve ilerlemenin hafifletici bir sebep olarak sapmayı normalleştirmesi cezanın sosyal kontrol amaçlı yaptırımını yetersiz kılıp anlamsızlaştırdığından, yeni sosyal kontrol ünitelerinin gereksinimi ortaya çıkmaktadır.

Sosyal kontrolün en önemli parçasını, oto kontrol oluşturur. Sosyal kontrolle oto kontrol arasındaki uçurum, ruhsal hastalıklarda belirleyici bir etkiye sahiptir. Bir anlamda, sosyal kontrolün işlerliği, oto kontrolden geçer. Oto kontrolün üssü olan zihniyet ise, sadece, değerler üzerinde değil, ayı zamanda, beden üzerinde konumlandığından, sosyal kontrolün yönetimi, biyo-teknolojinin iktidarına zemin hazırlayıcı bir imkan sunmaktadır. Örneğin, doğum, nüfus ve cinselliğin kontrolünde gördüğümüz gibi, bedenin kontrol edilmesi, içgüdülerimizin denetimini, ilaçların güdümüne sokma eğilimleriyle gündeme gelmektedir ki, bu durum, ister istemez, değerlerin işleyişini de etkiler. Böylesi bir ortamda, ahlak da, sosyal bilimler de, hukuk da tartışılır bir noktaya gelmektedir. Bu anlamda, biyo-iktidar ilerledikçe, cüzi irademizle etkide bulunduğumuz kaderimiz, yani doğamız bizim olmaktan çıkabilir.

Biyo-iktidar: Psikiyatri

Ruhsal hastalıkların tanı ve tedavisiyle ilgilenen tıp dalına, psikiyatri adı verilir. Bireylerin zihinsel, duygusal yapılarında, davranışlarında ve çevreye uyumlarında ortaya çıkan bozukluklar, psikiyatrinin konusunu oluşturmaktadır. Psikiyatri, son çeyrek yüzyılda, genetik, biyo-kimya ve farmakoloji gibi tıp bilimlerinin yanı sıra, psikoloji, antropoloji, sosyal psikoloji ve sosyoloji gibi sosyal bilimlerle de ilişki kurarak, hem sosyal hem de tıp bilimleri içerisindeki konumunu güçlendirmiştir (Öztürk,1997:1-3). Psikososyal uyum, sadece sosyolojinin değil, psikiyatrinin de önemli kavramlarından biridir. Menninger, Kreaplin'den bu yana geliştirilen psikiyatrik tanıların, temelde, psiko-sosyal uyumu kriter aldıklarını belirtir. Bu anlamda, anormallikleri bir bilim nesnesi olarak ele alan psikiyatri, hem tanıda hem de tedavi sürecinde uyumu baz aldığından, ince bir sosyal kontrol aracıdır. Sosyal kontrol ise, özünde, otoriteye yaptığı vurguyla realize olduğundan, iktidar ilişkileri psikiyatrinin öncülüdür.

Bununla ilgili olarak Foucault, "Delilik ve Uygarlık" adlı çalışmasında, tıbbi psikiyatrinin 19. yy.'da, toplumda uyumsuzluk gösteren aylak, yoksul ve suçluların çıkardıkları sorunları belirli bir mekanda sınırlandırma görevini üstlendiğini belirterek, iktidarla psikiyatri arasındaki ilişkilere dikkat çekmiştir (Sayar,1991:162). Dolayısıyla, iktidarın, toplumsal, kişisel hayatla olduğu kadar, okullar, hastaneler, hapishaneler, boş zamanlar ve sosyal bilimlerle de iç içe geçtiği ifade edilebilir. Psikiyatri, sahip olduğu varsayımlarla, yarı sanat, yarı bilimsel bir bilgi içeriğine sahiptir. Nietzsche'nin sallantılı iktidar ve çıkar çatışmalarına bağladığı bilgi ise, Comte'un pozitif felsefesiyle evrene hakim olmanın ve onu kontrol etmenin yegane gücü olarak iktidara sunulmuştur. Foucault, bilginin, hem güçle ilgili olduğunu ve hem de onun etkisiyle üretildiğini belirtmiştir. Ona göre, psikiyatristler ve psikologlar gibi ruh pratisyenleri, beden üzerine ürettikleri söylemlerle bir güç teknolojisine katkıda bulunmuşlardır. Bu sayede disiplin, basit bir ceza formu yerine, söylemin bütününe yayılarak etkin olmuştur (Newton vd.,1997:74-76). Bu bağlamda, engizisyon mahkemelerindeki sorgulama ve delil toplamayı, ampirik bilimlerin araştırma yöntemlerinin temel biçimi olarak yorumlayan Foucault, gözlem (gözetleme) ve kaydı (fişleme), sadece bilimlerin değil, iktidarların da önemli uygulama yöntemlerinden biri olarak yorumlamıştır. "Engizisyon, toplumun temel iktidar bilme formudur. Deneye dayanan hakikat, engizisyonun kızıdır; sorular sormanın, cevaplar verdirtmenin, tanıklar toplamanın, ileri sürüşleri denetlemenin, olguları ortaya koymanın, yönetimsel, adli ve siyasal iktidarının kızıdır. Tıpkı, ölçülere ve oranlara dayanan hakikatin, Dike'nin kızı olduğu gibi" (Foucault,2001:53).

Bazı siyaset felsefecilerine göre, din; vicdanlar üzerindeki kontrolüyle sosyal düzeni sağlamaya yetmeyince, devlet, bir yaptırım gücü olarak ortaya çıkmıştır. Bu bakış açısının bir sonucu olarak, günahlar yasağa, sosyal kontrol fonksiyonu da vicdandan yasaya doğru gelişmeye başlamıştır (Mengüşoğlu,1992:277). Ceza anlayışı, devletin merkezileşmesiyle birlikte gözetim ve denetim mekanizmasını gerektirdiğinden, Julias'ın gözetim uygarlıkları dediği yönetim anlayışları da yine bu sürecin bir sonucu olarak belirmeye başlamıştır. Foucault'a göre, başlangıçta, gözetim ve hapis, nasıl ki, cezanın bir formu değildiyse, iyileştirme de psikiyatrinin öncelikli bir amacı olmamıştır (Foucault,2001:68). Deli, hasta şeklindeki etiketlemenin gücü, ortaya konan bilginin iktidarla ilişkisine göre, siyasi bir nitelik taşır. Bu, sadece Batı tarihinde değil, zaman zaman Doğu'da, Ortadoğu'da ve Osmanlı'da benzer bu şekilde olmuştur. Örneğin, İslam Peygamberi'nin, muhalifleri tarafından deli olarak etiketlenmesi, sadece, ortaya koyduğu vahyi bilgi nedeniyle değildi, aynı zamanda bu yaftalama, bir iktidar sorunu olarak değerlendirilmişti. Ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu'nun bazı dönemlerinde, saraydaki iktidar kavgalarında, yaşanan sorunların, bazı şehzadelerde ruhsal hastalıklara neden olduğunu ve deliliğin de, "dışarının içerisine" hapsetmenin bir tarzı olarak siyasal amaçla kullanıldığını görüyoruz. Yakın tarihimizde de, Meşrutiyetle birlikte, Toptaşı Bimarhanesi'nin boşalıp, Meşrutiyetin kaldırılmasıyla tekrar dolmasını, bu Bimarhane'nin başına getirilen Kastro'nun, V.Murat'ın "hallinde" aldığı rolü, Mazhar Osman'ın, "hürriyet" diye bağıranları etiketlemesini ve genel olarak da, siyasi mahkumların ve diğer uyumsuzların bimarhaneden önce karakola götürülmesini de yine, bu bağlamda yorumlayabiliriz (Yalçıner,2001:17-18).

Tarihsel açıdan, toplumu, zararlı kişilerden korumak amacıyla gelişen psikiyatrinin, sosyal kontrol bağlamında cezalandırıcı hukukla ve eğitimle olan ilişkisi, sadece kapatma nedeniyle de değildir. Modern yönetim anlayışının cezalandırıcı sisteminin, içinde eğitim kurumlarının da olduğu ıslah edici bir stratejiyi benimsemesi, sapmanın psiko-sosyal tabanını bilmeyi gerektirmesi, psikiyatrinin, cezalandırıcı hukukla olan ilişkisinde belirleyici olmuştur. Bu anlamda, okul, hastane ve hapishane arasındaki yakınlaşma; kontrolün, cezadan disipline ve bedenden de zihinlere kaymasıyla alakalıdır. Muhtemelen, zihinlerin yapılandırılmasını ve kontrolünü hedefleyen eğitim, din, bürokrasi ve diğer kurumların boşluğu, psikiyatride telafi edilirken; cezanın, hapisten, şiddetten ıslaha doğru ilerleyen dönüşümünde son durağı "biyolojik kapatma" olacak gibi görülüyor. Bu süreçte, iyi-kötü şeklindeki ayrımların temeli olan değerlerin, sevap-günahtan, yasal-yasağa uzanan dönüşümlerinin, sağlık-patoloji alanına indirgeneceği beklenebilir. Bir anlamda, hapisle bedensel devinimi, eğitimle zihinsel süreçleri hedefleyen sosyal kontrol, tıp ve genetik çalışmalarla da biyolojik iktidarı kurmanın hayaliyle genişlemektedir. Foucault, psikiyatrik ilaçlar sayesinde, tımarhaneler şeklindeki kapatmanın, yerini bakıcılığa bıraktığını ve hastaları hastanelerden uzaklaştırarak tedavi etme yönteminin, mikro iktidarı ortaya çıkardığını belirtir (Felix,1990:63). Bu anlamda, nasıl ki, Illich'in dediği gibi, şehirler vasıtalar etrafında örgütlendiğinde, insan ayağı, değerini ve teknoloji geliştikçe de insan gücü, önemini kaybetmişse, psikiyatrinin biyolojik söylemi geliştikçe de, irademize, davranışlarımıza ve kendimize ilişkin yeni bir sınırlama da kendiliğinden belirmiştir.
Modern psikiyatri ve psikolojinin, bireylerin, sosyal varoluşları üzerindeki kontrollerini yitirdiklerini hissettikleri anda ortaya çıktığını belirten Kovel, psikolojinin ve psikiyatrinin inceleme nesnesini, bireylerin zihin bölgelerine yerleştirme çabalarının; tarihsel ve toplumsal fenomenlerin etkisiz kılınması için yapılan ideolojik bir strateji olduğunu belirtmektedir (Kovel,2000:57). Psikiyatrik söylem, sosyal yapının sınıf, ırk, cinsiyet gibi eşitsizlik ilişkilerini gizleyerek bireyci kapitalist ideolojinin söylemiyle örtüşmektedir. Bell gibi Arendt de, ideolojileri şiddet ve kötülükle ilişkilendirir ve bu konuda pragmatizmin etkilerini tartışır. Ona göre, ideolojiler, dünyayı tutarlı bir şekilde açıklamak amacıyla ortaya çıkan ve sorunları, sorunların dışında açıklamaya çalışan ve şiddet içeren total bir izahtırr (Jakoby,1996:31). Stres söylemine dikkat edildiğinde, bu söylemin çevresel değişimin normalliğini desteklediğini ve modern bireylerin emek sürecinde karşılaştıkları zorluklara karşı dayanıklılıklarını arttırıp bu değişime uyum sağlamaları amacına hizmet ettiğini, dolayısıyla, bireyselciliğin, girişimciliğin egemenlik kazandığı liberal politikaların söylemine paralellik arz ettiğini ifade edebiliriz. İdeolojik bir söyleme sahip olan psikiyatrinin, kendisini, tüm sosyal yapının, sosyal ilişkilerin aksayan taraflarının tamirciliğine soyunarak, aykırılıkları, farklı durumları, sorunları, tıbbi olarak etiketlenebilir bir hale dönüştürdüğünü görüyoruz. Örneğin, A.B.D.'de, çeşitli yerlerde verilen reklamlarda, "patronunuza mı kızdınız, içkiyi fazla mı kaçırıyorsunuz, hayat boş ve anlamsız mı geliyor, babanızla ilişkileriniz mi bozuk, o halde neden hala x adlı ilacı kullanmıyorsunuz?" gibi ifadelerle tüm sorunlar, aileden, çevreden ve kurumsal sorunlardan soyutlanarak beyindeki serotinin sıvısına bağlanarak biyokimyasal bir bağlama indirgenmektedir (Atbaşoğlu vd.,1997:63).

Toplumsalekonomik sorunların, yatıştırıcılarla, antidepresanlarla çözümü, sorunların kaynağının sorgulanmaması ve statükonun korunması açısından hayati bir önem taşımaktadır. Bu bağlamda, duygusal kodları, onların ifade edilme veya denetlenme tarzlarını değiştirmenin, güç ilişkilerini değiştirmek anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Psikiyatrinin duygular üzerinde oluşturduğu mikro iktidar, sosyal kontrol işleviyle, merkezi iktidarın maskelenmesini sağlar. Bu maskelenme, iktidarın fizik üzerinde kurduğu sosyal kontrolün biyolojik merkeze kaydırılmasıyla mümkün olmaktadır. Halbuki, insan bedeni, sadece, biyolojik değil, aynı zamanda sosyal bir olgudur ve beyin, mantıksal süreçler evrensel olsa da, onun içeriği sosyal gerçekliğe ve değerlere bağlıdır. Çünkü, sosyal eylem ve değerler sistemi, zihniyetle alakalı olup, beyinde biyolojik sonuçlar doğurur. Örneğin, değerler, sahip oldukları tutarlıklıkla denge ve istikrarı sağlayarak belirsizlik ve tereddütlerin giderilmesine ortam hazırlarlar. Böylece, her seferinde, inceden inceye düşünerek karar vermek yerine, neyin doğru neyin yanlış veya kötü olduğu önceden belirlenerek güven ve huzur için gerekli ortam oluşmuş olur (Arkonaç,1999:86). Değerler ve kurallardan oluşan ahlak, inançla, inanç ise tarihsel anlamda dinle içerildiğinden; inançtaki bir sarsılma, sırasıyla, değerlerden başlayarak istikrarın ve buna bağlanmış duygusal yatırımların sarsılmasına neden olur. Böylece, sosyal kontrolün temeli olan değerlerdeki sarsılma veya çelişki, psikiyatrik bozuklukları, psikiyatrik bozukluklar da değerlerdeki sarsılmaları meydana getirerek bir sosyal çözülme döngüsü oluşturabilir. İnançtaki totallik, inananlarda, grup ve bütün içerisinde kaybolmadan bir parça olmanın verdiği haz duygusunu oluşturur. Sekülerizm, inanca yatırılan bu duygusal sermayenin dağılmasına yol açabilir. İnançlarda meydana gelen kayıplar ise, herhangi bir yas kadar etkili olduğundan, travma etkisi oluşturur. Bilim, bu inancın yerini doldurabildiği ölçüde anomiyi engelleyebilir. Pozitivizm, biraz da bu endişenin, ve bilimlere aktarılan dini misyonun etkisiyle varolmuştur. Ancak, bilim, özü itibariyle şüphe üzerine kurulan felsefeden doğduğundan, inançtaki sarsıntıların meydana getirdiği bu boşluğu doldurmak biraz zordur.
B.Turner, laikleşme sürecinin, rasyonelleşmeye paralel olarak, dinin yerine tıbbı ikame ettiğini ve bunun sonucunda, bir değer olarak sağlığın, dini değerlerin, aktivitelerin yerine; bedenin de ruhun yerine konulduğunu belirtmiştir. Kartezyen bakışın etkisiyle ortaya çıkan beden-ruh ayrımı, pozitivizmin artan ağırlığı sonucunda, bedenin merkezi konuma oturmasını sağlamıştır. Beden ve ruhu bir bütün olarak ele alan ve ruhu yüceltmek için deyim yerindeyse, bedeni ezen dinin çilecilik ahlakı, modernizmle birlikte etkisini yitirmiş ve bu süreçte, bedenin artan önemi, dinin, arzuları, güdüleri denetim altına alarak ruhu kurtarmak, düzeltmek şeklindeki kaygılarını azaltarak, yerine, arzuları yerine getirerek bedeni düzeltmek, daha iyi görünmek, daha çok tüketmek şeklindeki birtakım kaygıları ikame etmiştir (Cirhinlioğlu,2001:92-97). Genç kalmak, yaşlanmamak, sağlıklı olmak, güzel kalmak gibi beden merkezli değerler, kapitalizmin tüketim nosyonuyla eşgüdüm halinde, hayatın medikalizasyonuna yol açmaktadırlar. Tıp mesleğinin saygınlığında ve baskınlığında meydana gelen bu artış, toplumun merkezinin biraz daha tıbbi alana kaymasına neden olduğundan, düzenlenmek istenen ilgi alanı da, dinden din dışı alana, ruhtan bedene doğru kaymıştır. Beden üzerine oluşturulan stratejiler, bedene giydirilen kimlikler, toplumsal-siyasal sistemle ilgili olduğundan, tıbbın, olumlu veya olumsuz, toplumsal değerler üzerindeki etkisi oldukça önem taşımaktadır.

Bilindiği gibi, değerlerin tarihsel kaynağı olan din, sosyal yapıyla tutarlı olduğunda, ölüm çaresizliği karşısında rıza, tevekkül; karşılaşılan sıkıntı ve zorluklara karşı sabır; korkulara karşı güven, kimlik ve bütünlük ihtiyacını sağlama gibi duygusal, öz kontrol fonksiyonlarının yanı sıra sahip olduğu ahlaki değer ve normlarla da sosyal kontrolü, uyumu sağlayan önemli bir kurum olarak bilinir (Hökelekli,2001:100-113). Ancak, bu değerlerin, sekülerleşmeyle birlikte, etkilerini, fonksiyonlarını yitireceklerini tahmin edebiliriz. Bununla birlikte, nispeten, devam etmekle beraber, değerlerin bu fonksiyonlarının, dinin etkinliği azalıp kitleler üzerindeki kontrolü zayıfladıkça, psikiyatriden farklı bir formatta talep edilebileceğini tahmin edebiliriz. Çünkü, farklılaşma artıkça fonksiyonlar da değişerek kurumlar arası geçişlere konu olmaktadır. Nitekim, Sokrates'ten beri bilinen ve bütün semavi dinlerin özünde bulunan "kendini tanıma", "kendini bilme" ve "nefsi terbiye etme" deneyimi, Tanrı'ya ulaşmanın bir yolu olarak görülmüşken, gelişen psikoloji ve psikiyatriye teknik bir imkan olarak miras kalmıştır. Örneğin, Batı'da vicdan muhasebesi, günah çıkarma ve insanları yönlendirmeye yönelik kilise uygulaması, bugünkü psikoterapinin temelini oluşturmuştur. "Ben" deneyimleri ile egemenlik arasındaki ilişkinin yansımalarını, sadece, Batı'nın bilgi örgütlenişinde değil, aynı zamanda Doğu'nun bilme-iktidar uzantılarında da görmekteyiz. Bu anlamda, Uzakdoğu dinlerinde ve sufi, mistik gruplarda da pir ekseninde oluşturulan "ben yolculuğu"nda kendini tanımanın orijinal deneyimlerini görebiliriz. Bu anlamda, duygu operatörlüğünün iktidar-sosyal kontrol sürecinde dinden psikiyatriye uzanan ve dönüşen bir sürekliliği söz konusudur. Mutasavvıflarda, temel bir etkinlik olan "kendini bilme", "kendini tanıma" deneyiminin, içe kapanmayı zorunlu kılan Emeviler dönemi yönetiminin baskıcı iktidarıyla aynı döneme rastlamasının anlamlı olduğunu düşünüyoruz. Aynı özdenetimin, nefsi terbiyenin, sosyal kontrolün temel öğesi olarak daha sonraları, Osmanlı'da, sufi örgütlenmeler aracılığıyla arzu ve beklentileri azaltmanın ve kontrol altına almanın imkanını sunmuştur. Adı geçen "ben yönetimi" teknolojisi, Osmanlı İmparatorluğu'nun kapalı ekonomi sisteminin gerektirdiği çileci ahlakı yaratarak iktidarın devamında önemli bir rol oynamıştır (Ülgener,1981:97). Bu bağlamda, bireylerin sosyal ve bireysel gerçekliklerini fark etmelerini engellediği için din, Marx'a göre afyondu. Halbuki, afyon türevleri psikiyatride iyileştirici olarak kullanılıyor. Hatta, psikiyatrik ilaçlar, felsefi öğretilerde ve dinlerin cennet mitinde vaadedilen mutluluğu, reklam broşürlerinde vaadetmektedirler. Bu anlamda, dinin uyuşturan kader anlayışı, psikiyatrinin biyolojik paradigmasında bir "çözüm" olarak ilaca dönüşmüştür.

Anlaşılan, üretim tarzı ve değerler farklılaştıkça kanaatkarlık yerini hırs ve gösterişçi tüketime; üzüntü depresyona; sabır ve mutluluk ise ilaca bırakıyor gibi. Refah devletlerinde olduğunun tersine  gelişmekte olan ülkelerdeki ruhsal hastalıklar, bilişsel bireysel bir sorun olmayıp çeşitli toplumsal, ekonomik sorunlara bir cevap olarak ortaya çıkan, çaresizliklerin, çelişkilerin ve mutsuzlukların göstergeleridir. Sınıfsal yapının dengesizliği ve kitlesel tüketimi arttıran üretim tarzının, reklamlarla meydana getirdiği artan beklentiler, tahrik edilen arzular, sosyal gerçeklerle uyuşmadığından, bireylerde sıkıntı ve gerginliklere neden olmaktadır. Merton'un sosyal sapma teorisinde olduğu gibi, kültürel olarak tanımlanmış ve övülmüş hedeflerle, bunlara ulaşmadaki meşru, kurumsal yolların yeterli ve adil olmaması şeklinde karakterize edilebilecek sosyo-ekonomik yapı, hastalık üreten bastırma mekanizmasının temelindeki çelişkiyi üretmektedir. Sorunların sosyal olduğu bir yapıda bireysel, psikiyatrik müdahalelerin, sosyal kontrol işlevi bir yana, çözüm üretebilecek ekonomik kaynaklar üzerindeki maliyeti arttırdığı unutulmamalıdır. Halbuki ekonomik ve ahlaki sorunlarla zayıflayan aile, eğitim, hukuk ve diğer toplumsal kurumların, hastalık üreten bataklıklara dönüşmeleri engellenemezse, bütün tedavi sürecini yutacakları ve sadece, psikiyatrik bir alanda değil, bütün bir sistemde krize yol açacakları tahmin edilebilir. O halde zayıflatıldığı için ailede duygusal ve sosyal desteğe; ekonomik yeterliliği olmadığı için boş zamanlarda tüketime, sanata, spora; eğitimi ve demokratik hoşgörüsü olmadığı için ideolojiye, siyasal katılıma dönüşmeyen, kontrol gücünü yitirdiği için de dinde yüceltilemeyen yapısal bastırmalar, suça ve akıl hastalığına dönüşme riski taşımaktadır.

Bir anlamda, işsizlik, para sıkıntısı, devalüasyon, aile çatışmaları, terkedilmişlik, göç, çarpık kentleşme ve terör gibi yapısal bozukluklarla doğrudan ilgili sorunlardan muzdarip insanların ilaç tedavisi, "içeride" kaybettiği yüzüğünü aydınlık olduğu için "dışarıda" arayan Hoca'nın fıkrasını hatırlatıyor. Bu anlamda, Pasteur'cü tedavi anlayışının bir uzantısı olarak, ruhsal hastalıkların sebebini, tedavisinden hareketle açıklamanın yöntemsel bir hata olduğu ileri sürülebilir. Bununla birlikte, tıbbi model geliştikçe, farklılıkların etiketlenerek kategorileştirmenin artacağı ve sosyo-kültürel yaşamın da psikiyatrize edileceğini söylemek yanlış olmaz. Bu bağlamda, aşkın patolojik bağımlılık, din ve ahlakın konusu olan alkol kullanımının, kumarın dürtüsel bozukluk, hukukun konusu olan suçun ise hastalık yorumuna dönüşmesi nasıl mümkün olduysa, G.Orwel'in "1984" adlı korku ütopyasında olduğu gibi, sosyal kontrol işlevlerinin önemli bir kısmının da psikiyatri koordinatörlüğündeki biyolojik kontrole devredilmesi söz konusudur. Bu kontrolü sağlayacak ilaçların, hiçbir yan etkisi olmadan, ruhsal rahatsızlıkları iyileştireceğini söyleyen A.Huxley, bu sayede, hem bireylerin ve hem de toplumun, hayali kurulan altın çağa kavuşacağını ummuştur (Kovel,2000:46).

Kopernikus'un, evreni, merkezinden koparmasıyla başlayıp, Tanrı'nın tahtından indirilmesinin ardından varoluşçulukta ifadesini bulan insanın köksüzlüğü sorunu, tıp ve biyolojinin yeni bir köken arama merkezi olarak keşfiyle halledilmeye çalışılmaktadır. Biyolojik modelde bireyin ruhsal yapısı, sosyal ilişkilerden koparılarak çelişkili değerler ve baskıcı sosyal yapı görmezden gelindiğinden, ruhsal sağlık yaklaşımı, sosyo-ekonomik yapıya uyum göstermeyen bireyi hastalığından dışlayarak onu biyolojik evrene indirgemiştir. Bu uyumcu bakış açısı, Darwinizm'in psikiyatri üzerindeki etkisi olarak yorumlanabilir. Bu sürecin bir parçası olarak psikiyatri, tıbbileşip biyolojiye yakınlaştıkça psikiyatriden arınacaktır. Modern hayat ve felsefesi, hazzı kriter aldığından, dinlerin sabrı ve imanı devşirdikleri üzüntü, sıkıntı, üstlerinde psikiyatrik rafinerilerin kurulduğu maden rezervlerini andırmaktadır. Hayat tüketilir bir nesneye döndükçe, sıkıntısı bitsin diye duygularına müdahale edilen bireyler, umarız ki, kolay uçsun diye kozası erken delinen ipek böcekleri gibi olmaz.

Kaynak: Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi

.

Hiç yorum yok: