7 Şubat 2019 Perşembe

Akışkan Mikro İktidar Biçimleri - Josef Hasek Kılçıksız

.

Akışkan Mikro İktidar Biçimleri

Josef Hasek Kılçıksız


En büyük günah yanlış bir gerekçeyle doğru şeyi yapmaktır.

TS. Eliot



İçtimâî akıl cinnet geçiriyor. Bize iyi hissettirmeyen ama iyi bir şey yaptığımızı hissettiren zincirlerden kurtulmak çok zor. İnsanın önündeki yolu sürgülüyen şey korkularıdır. Uzun sürelerle duraklayan ama esasında sonsuzca süren iktidâr hırsının dalga benzeri devinimi insanı tutsak aldı. Çünkü korkular ve tahâkküm hırsı onu sürekli teyakkuz baskısı altında tutuyor.

Dünya hakkında kendine paranoyak bir vizyon bağışlayan insan, bu paranoyaklık üzerinden kendine marazi bir kurban kimliği inşâ etti. Bu mağdur kurban kimliği, şiddeti uygulayan protagoniste her türlü barbarlığı yapmayı kendinde hak gören bir algı da bağışlamış oldu. Yaşamanın zamanla gerilimli bir ilişkiye, sürekli savunma teyakkuzuna ve amansız bir yarışa dönüştüğü bir bir yerde hayat şairin de dediği gibi zor zanaat.

Güven ve özgürlük yitimi yaşayan insan bu açıdan aslında nevrotik ve yarık bir varlıktır. Bu yarıkların binlerce ve onbinlercesi birbirleriyle içice geçerek bir varlıkta yaşayabilirler. Bu varlık başkaldırmayı savunurken bile belli bir düzenin akışındaki yerini koruma kaygısıyla yapar. Kontrollü ve görece konformist bir başkaldırıdır bu.

İnsan kendisine sağduyu ve bilgelik bahşedilmemiş ve henüz tamamlanmamış prematüre bir türden geliyor. İnsan kendine etik, sosyal, dünyevi, göksel bir çok sorumluluk ve hedef belirlerken kendi kendine çalıp oynayan bir varlık. Tanrılar ve doğa, insanın kendi omuzlarına yüklediği bir çok yükün farkında değiller, olsalar bile umurlarında bile değil. İnsan bütün bu erdemli görev ve sorumluluklarına rağmen toplumsal hayatı kapsayan tüm alanların çürüme dinamiğinin etkisi altına girmesini engelleyemedi. Çürüyen sosyal düzen karşısında modern yurttaş kafkaesk böcekleşme, hazcı nihilizm ile özkıyım arasında salınıyor. İnsan kendini mâruz bıraktığı bu misyonlarla geleceğini sonsuza kadar belirleyecek bir noktada bulunmuyor. Sadece çok çekici bulduğu bir iktidâr oyununa hayatını feda ediyor. İktidâr hırsı insan ruhunu zehirledi ve nefret duvarları ördü.

İnsan çok düşünüp az hisseden bir varlık. Dünya onun için hırs, kin ve yobazlıktan oluşan bir distopya, insan bu distopyada kurtuluşunu seçemez. İnsan sadece düşünmek edimiyle varoluşunu kıyısından köşesinden kemirmeye başladı. Zira düşünmeye başlamak bir anlamda için için kemirilmeye başlamaktır.

Homo homini lupus’taki kurt insanın yüreğindedir. Onu orada aramak gerekir. Varoluşun karşısında konuşlanan yırtıcı kurttan zamanın ötesine kaçışa sürükleyen ölümsü oyunu anlamak gerekir. Saçma varoluşun hıncını şimdi’ye yükleyen, askıda bulunan tüm kinleri ve yorgunlukları bir anda emen bu ölümsü oyunun adı intihârdır. Kendine kıymak bir anlamda içini dökmek ihtiyacından kaynaklanır. Özkıyım eyleminin arkasında, içini dökecek birilerini bulamama kertesinde bir yalnızlık gizlidir, yabancı bir yere savrulmuş olmanın ve herkesi kendine küstürmüş olmanın yalnızlığıdır bu. Bir boyutu H. Cibran’ın ontolojik nihilizminde varlık bulurken diğer boyutu kafkaesk yitirilişte anlamını bulan milyonlarca yıllık bir yalnızlık.

Hayat tarafından anlaşılmadığını onunla arasında bir kopuş olduğunu bildirmek isteyen oyuncu hayat sahnesindeki rolünden soyunur. Bu rolden soyunma ve kopuş ânı tam olarak saçma (absurdité) duygusunun bütün varlığı kuşattığı âna denk gelir. Bence asıl sorun, sevme alışkanlığı edinmeden düşünme ve yaşama alışkanlığı edinmiş olmakta yatıyor. Buradaki yaşama alışkanlığı daha çok bir oyuna ve oyalanmaya karşılık gelir. Bu insanlıktan uzak oyun için ayrıcalıklı bir seyirciye dönüşen zaman, hiçbir şeyi umursamadan her şeyi hiçleyerek akıp gidiyor. Dünya ve zaman Heideggerci bir vurdumduymazlıkla, kendi tarihimizin bilinmeyen özlü kararlarının çıkıp geldiği yerde te ezelden beri olup durmakta ve sürüp gitmektedir. Buna chronolojik düz-çizgisel zamanın şiddeti diyebilirim. Çünkü zaman uçup giderken uçuş hızı herkes için aynı ivme ve tempoyla ilerlemez. Zaman ruha uyguladığı şiddetle, intihâr düşüncenin sınırlarına ulaştığı ıssız ve susuz yerleri anımsatır.

Yaşamsal olanla siyasal olanın sınırlarının ortadan kalkmaya başladığı süreçlerde kavga dahil her şey kendi varlığında direniyor. Bütün dünya insanın herkesle ve her şeyle kavga olduğunu biliyor, bu kavga ve antagonizmalardan oluşan sonsuz çatışmaya tarih adını verdiğini de. İnsanın siyasal aklı karşıtlıklar, düaliteler ve antagonizmler üzerine kurulu. İnsan bu çatışıklı akıl yürütmeye diyalektik adını verdi. İktidâr sofrasından dışlanmış bir sınıftan mesihyanist tutumlar bekledi. Erk oburu proletaryaya, kendi karşıtını ortadan kaldırırken kendini de ortadan kaldıran tarihteki tek devrimci sınıfı atfında bulundu. Oysa kavganın ve şiddetin devamlılığına kısa bir ara verip ışıkları yakarsak insanın çağlar boyunca ne denli sefillik ve acz içinde kıvranan bir varlık olduğunu anlayacağız. İnsan bu bakımdan üzüntüsü, acizliği, hastalığı, çılgın kuruntularıyla kendi içinde infilâk yaratan bir varlıktır, tarihin karanlık odalarında bir mağara varlığıdır. Çünkü insan çektiği acıları daha geniş bir insani bağlama oturtmayı bir yandan başarırken bu acıların kaynakları konusunda yanlış tanılarda bulunuyor. İktidâr ve tahakküm hırsı bu deneyimi başkalarının acılarıyla ilişkilendirmesinde onu başarısız kıldı.

Tarih kolektif cinayetler için alibiler sunmayı sürdürüyor. Uzlaşı yenilgi olarak kabul edildi, zira bu kavgada bir yenen ile yenilen olmak zorundadır. Yengi ve yenilgi üzerine inşâ edilen bu büyük kapışmada bükülmüş tarihsel referanslar büyük bir tutkuyla kullanılıyor. Gündelik basit eylemler bile aşırı dercede antagonizmler yaratmak adına politize ediliyor. İdeolojik militan tavır ve tarihsel referanslar arasında boğulmak yüzünden gerçek bağlamından koparılmış o kadar çok konu var ki, mesela kadın konusu bu kavgada yüksek dozda politik radyasyona maruz kalmış bir olgudur. Hele cinsellik baştan sona ideolojik bir eylemdir. Bence cinsiyetler arasındaki karşıtlar birliği ancak erkeğin birazcık dişileşmesi ve kadının birazcık erilleşmesi yoluyla sağlanabilir, burada kastedilen erkeğin kadının dolayımıyla kendilik bilinci kazanması ve vice et versa bir süreçtir.

Tarih, mitlerden söylencelerden ve kahramanlık anlatılardan oluşan bir metafizik makro evrenden oluşuyor. Ruhlara senelerce enjekte edilen eski mitleri sorgulamanın zamanı çoktan geldi ve geçti bile. Üstelik mitlerin işgal ettiği alanlar özgürleştirici kimlikler ve aidiyetler bağışlayan alanlar değil. Kimlik ve aidiyetler zaten ötekini dışarıda bırakan sınırlayıcı ve dışlayıcı içkinlikleri anlamında sadece negatif özgürlük algıları bağışlayabilirler. Kimlik bunalımı yaşayanlar kendilerine şanlı tarih anlatılarından yeni aidiyetler kotarma arayışı içindeler. Paternal kapitalist tarihçi kompleksin yontulmamış halini temsil eden bu söylemler düşmanlık ve ötekileştirme düzeneklerine kusursuzca akıtılıyor. Neo sömürgecilerin yerel işbirlikçileri hâlâ değişmeceli olarak anakronik bir tarihselliğin göğüslerden süt emiyor.

Çatışmalara dair daha derinlikli bir altyapı sunmak için varolan tarihsel algıların değiştirilmesinden çok tarihsel perspektifin tümüyle elden bırakılması gerekmektedir. Uzlaşı ancak tarihsel referansların gücünün azaltılmasına bağlıdır.

Kimliğin politik inşâsı, dünyevi otoritenin hâkimiyeti Tanrı adına kullanması aracılığıyla yapılıyor. Hâkim kodları kolektivist kültürün yeniden üretimi süreçlerine eklemlenen teokratik proje, rıza ve minneti içselleştirmiş, sorgulamayan kaderci, vasat bir insan tipolojisi yaratmayı başardı. Bu vatandaş tipolojisinin inşâ edildiği yer, aslında insanlaşma sürecinin kesintiye uğradığı yerdir. Çünkü teokratik projenin türevleri bir yaşam ve yaşatma felsefesi sunmaktan çok bir ölüm felsefesi sunuyorlar. Çünkü tahâkküm ve iktidâr ilişkileri adına estetize ettikleri böylesi bir Tanrı’nın uğruna ya ölür ya da öldürürsünüz. Günümüzün problemi bence Tanrı’dan kurtulmak değil, ölmeyi ve öldürmeyi buyuran Tanrı’dan kurtulmaktır. İyiliğin tanrıları, savaşlar ve şiddetle dolu bir soykütüğün mirasçısı kötücül tanrılar karşısında ne yazık ki kenara çekilmiş görünüyorlar. İyicil tanrılar cam fanusun içinden çıkmaya çalışan kelebeği sadece izlemekle yetiniyorlar.

Berlin duvarı yıkıldıktan sonra oluşan yeni dünyada mücadelenin artık ideolojik ve ekonomik değil de kültürel olacağı kabulü ile hareket edenler, yeni kimlik ve aidiyet arayışlarının insanlığı bir medeniyetler çatışmasına sürükleyeceği öngörüsünde bulundular. Pek de haksız sayılmazlar, zira bu olası çatışmanın kökeninde anakronik tarihçi tutumun yansımaları yatıyor. Medeniyet çatışmasının kökünde bir ikili daha var: kökten(din)cilik ve neo-liberalizm, bu ikili adeta yeni bir hayat alanı sözleşmesi (contrat de survie sociale) imzalamış durumdadır.

Biyolojik evrimde insanın iki ayak üstüne doğrulması her neyse marksizm de bu bağlamda insanlığın ulaştığı sosyal evrimin en üst aşamalarından biri olarak kabul edilebilir. Çünkü marksizmin insanın sosyal evriminde karşılık geldiği evre, ilâhî iradenin sorgulanmasıyla birlikte insan beynine bir anıklık bağışlandığı aydınlanma evresidir. Aydınlanma devriminin uzun gölgeleri bir çok toplumda kaybolmaya başlayalı beri mitler, otoriter-totaliter kültürün metastazı olan barbarlıkla dolu başka bir (sözümona) uygarlık tarihini yıkıntıların altından kurtarmak için işlevler yüklendiler.

Mahalle miti bu amaç için, o güne kadar toplumun sırtından geçinen ve onun özgür hareketini kötürümleştiren asalak devlet tarafından emilen tüm güçleri toplumsal göreve geri iâde etti. Şiddet kültürünün arka bahçesi olması bakımından mahalle devleti sorgulamaz aksine erk ilişkilerini mikro bir evren içinde yeniden üretir. Bu anlamda mahalle sistemin yerel düzeyde gerçekleşen yeniden inşâsıdır. Mahalle, kapalı devre sosyalliğin, içine doğdukları evden, sınıftan, söylemden bir türlü kurtulamayanların, ideolojik kanona körü körüne bağlı olanların yaşam alanıdır. Despotik bir imleyene bağlı ahlâk kodlarının dışında bir yaşam tarzının pek mümkün olmadığı mahalle, aslında arzunun akışkanlığını kesen bir habitat biçimidir. Mahalle ötekine vahşi bir aynılıkçılık dayatır. Oysa insanlık ortak bir Tanrı’ya inanmaya başladığı ve ortak söylemleri besleyen kolektif algılara sahip olduğu zaman ölür. İktidâr ızgarasının içinde mahalle kontrol toplumunun önemli bir enstrümanıdır da aynı zamanda. Devlet Foucault için kontrol toplumunun bir aracıdır. Bence devlet ya da genel anlamda erk, kendini mikro iktidâr ilişkileri içinde yeniden üreten bir olgu. İşte aile ve mahalle toplumsal doku içinde mikro iktidar mitleridir. Şiddetin mikro evreni bir yer olması bakımından aile, mahalle, okul ve kışla sistemin yeniden üretildiği ve işlerliğinin test edilmeye çalışıldığı kurumlardır, orada küçük yaşlardan itibaren zihinlerimize tecavüz edilir. Tecavüz cinsel ilişkiye zorlanmak anlamında kullanılmamıştır, zihinde tahâkküm kurmak anlamında kullanılmıştır.

Müslüman dünyanın parçalanıp mezhebî bileşenlerine ayrılmasıyla birlikte bazı saçaklarının radikalleşmesiyle ortaya çıkan köktendincilik, şiddetin görsel şöleni eşliğinde bir korku imparatorluğu kurarken militanını ideolojik ve dini kanona körü körüne bağlı mahallenin umutsuz delikanlısından devşirdi. Bu delikanlı aynı zamanda faşizan kitle mobilizasyonunun baş kışkırtıcısıdır. Kadim bir azametten (Osmanlı) ufalanmaya ve aşağılanmaya sert geçişler yapmak zorunda kalan Türk-İslam mahallesi mahallenin delikanlısına beş yüz küsur sene öncesinin fetih fantazmaları ve tarihin paslı sayfalarından bulup çıkarılan mikro zaferleri ile bükülmüş bir tarih bilinci ve çarpık bir aidiyet sunmaya çalışıyor. Resmi tarih, bir çekirdek metropol ile periferiden oluşan modern imparatorlukların dağılma süreçlerinde başvurdukları kavramsal bir icattı. Mahalle iktidar-taraftar/merkez-çevre düaliteleri ilişkisinde periferiyi temsil eder. Her taşkının yayıldıkça sığlaştığı savından hareketle iktidârın da (merkez) mahalleye (periferi) yayılırken sert çekirdeğini kaybederek sığlaşacağı öngörüsü bazı mahallelerde gerçekleşmez. Bu, erkin hedef kitleyle arasında katharsis bir ilişki kurması nedeniyle böyledir. Kendisini erkin temsilcisi olan liderlerinin yerine koyan mahalleli, ruhsal bir arınmaya kapılarak liderleriyle, dolayısıyla erkle bütünleşti. Zamanla liderler ile mahalleli arasında klientalist bir ağ oluştu. Bu meta alışverişi üzerinden toplumsallık kazanan iktidâr ve tahâkküm ilişkileri erkin mahalledeki sert çekirdeğini kaybetmesini engelledi. Gettolarıyla sömürü mekânları arasında mekik dokuyan yoksul kitlenin siyaseten sınıfsallaşamaması işte erkin bu Makyavelci pragmatizmi nedeniyledir.

Herkesin telefon, tablet, kitap ve bilgisayarının arkasında özel bir yaşam alanı ve mahremiyet kurmak istediği modern yalnızlık çağında kamusal mekânlar saygınlıklarını ve güvenirliklerini giderek yitiriyorlar. Şiddet bu anlamda kamusal mekâna kaybettiği saygınlığını yeniden kazandırmak için araçsallaştırıldı ve iktidârın heryerdeliğinin açık bir tezâhürüne dönüştü. Şiddetin görünen ve görünmeyen türevleri hayatın her alanına sızmış bulunuyorlar.Tanrı insanla konuşmaz ve sorularına yanıt vermez, Tanrı’nın sonsuz suskunluğu bu anlamda göksel şiddetin bir görünümü olarak çaresiz insanın gündelik yaşamına yansıyor. Ölüm de bir bakıma ilâhî şiddetin bir yansımasıdır. Ölümü bir son ya da tükeniş değil de bir süreklilik (continum) olarak görenler ona özgürleştirici atıflarda bulunuyorlar. İnsanın ölümle baş edememekten dolayı içinde birikmiş olan zehri ya da hiçlik enerjisini akıtmaya ihtiyacı var, insan işte bu yüzden içinde yıkım ve şiddet eğilimleri taşır. Şiddet bu bakımdan negatif enerjiyi dışarıya deşarj etmenin bir ifade şekli ve aracı olarak ortaya çıkıyor. Şiddeti bir süreç ya da değişik olguların bir sonucu olarak temellendirmek kaygısı uygarlığın tıkandığına, insanın çaresizliğine, onun ruhsal özürlü bir varlık olduğuna dair bir tanıklıktır. Onun acz ve cüz ile sınırlanmış zavallı bir varlık olduğuna dair nihilist felsefi çıkarım, bu bağlamda insana daîr savlanabilecek en anlamlı fikirdir.

İnsan kendi egosuna uygun bir ibadet biçimi olarak erk-seviciliğini özüne yerleştirdi. Edebiyat ve sanatı erkin estetik metalarına dönüştürdü. Oysa edebiyat hâkim siyasi kodların dışında bir anlatımı yeğlemelidir, yazın bu anlamda biraz direniştir de, Dosteyevski’nin yeraltısı bu anlamda bir direnme biçimi olarak değerlendirilebilir.


alıntı: mevzuedebiyat.com sitesi

.

Bağırsak Sağlığı ve Mikrobiyom

.

Bağırsak Sağlığı ve Mikrobiyomla İlgili Ne Biliyoruz? 
Jessica Brown

Sindirim sistemimizde bakteri, mantar ve virüsler de dâhil trilyonlarca mikroorganizma yaşıyor.
Neredeyse bütün vücudumuzdaki hücre sayısı ile aynı miktarda mikroorganizma, çoğunluğu kalın bağırsakta olmak üzere bağırsaklarımızda yaşıyor. Fakat bağırsaktaki bakterilerin sadece yüzde 10 ila 20 kadarı başka insanlarınkiyle aynı.

Bu mikrobiyomlar beslenme, hayat tarzı ve başka faktörlerin de etkisiyle insandan insana farklılık gösteriyor ve sağlık durumumuzdan iştaha, kilodan ruhsal durumumuza kadar her şeyi etkiliyor. Bağırsaklar bedenimizin en çok araştırılan bölgelerinden olmasına rağmen bu çalışmaların kat etmesi gereken uzun bir yol var hâlâ. Bu alandaki son bilimsel çalışmaları sizler için derledik.

Beslenme

Beslenme şeklimiz bağırsak mikrobiyomunu büyük ölçüde etkiliyor. Araştırmalar, lif oranı düşük, hayvansal yağ ve protein bakımından yüksek olan batı tarzı beslenme ile kansere sebebiyet veren birikim ve enflamasyon arasında bağlantı olduğunu gösteriyor.

Lif bakımından yüksek, kırmızı et bakımından düşük olan Akdeniz diyetinin ise dışkısal kısa zincirli yağ asitlerini artırıcı, enflamasyonu önleyici ve bağışıklık sistemini güçlendirici etkide bulunduğu belirtiliyor.

Bilim insanları bu alanda genel nüfusu kapsayıcı araştırmaların mevcut araştırmaları ilerleteceğini düşünüyor. Bu tarz projelere bir örnek olarak şu anda sürdürülmekte olan American Gut Study (Amerikan Bağırsak Araştırması) ABD’de yaşayan binlerce insanın mikrobiyom örneklerini toplayıp karşılaştırıyor.

Bazı insanların bağırsak mikrobiyomu probiyotik takviyesinin işe yaramasını sağlarken, bazılarında bunlar etki göstermez.
Şimdiye kadarki bulgular, bitkisel ağırlıklı beslenen insanların bağırsaklarında mikrop çeşitliliğinin daha fazla olduğunu, diyetinde yeterli bitkisel gıda olmayanlarda ise bunlardan “tamamen farklı” özellikler olduğunu gösteriyor.

Araştırmadan sorumlu Daniel McDonald’a göre, “Henüz bir beslenme biçiminin sağlıklı veya sağlıksız olduğunu kesinlikle söyleyemesek de, meyve ve sebze yönünden zengin beslenenlerin sağlıklı mikrobiyomlara sahip olduğu kesin”. Ancak McDonald, bitkisel ağırlıklı beslenmeden radikal bir şekilde sağlıksız beslenmeye geçildiğinde mikrobiyomda nasıl bir değişiklik olacağını kestirmenin mümkün olmadığını söylüyor.

Probiyotikler

Son yıllarda probiyotiklerin (yararlı bakteri) ve prebiyotiklerin (sindirim sisteminde yararlı bakterilerin beslendiği lif türleri) sağlığa faydaları medyada abartılmış olsa da, bunların iltihabi bağırsak hastalıkları ve kron hastalığının tedavisinde giderek daha yaygın kullanıldığını biliyoruz. Ancak yapılan incelemeler, hangi türlerin ve ne dozajda kullanımının etkili olduğuna dair daha fazla araştırma yapılması gerektiğini ortaya koyuyor.

İsrail’deki Weizman Bilim Enstitüsü bağışıklık uzmanı Eran Elinav, küçük bir örneklem dâhilinde yaptığı çalışmasında, bazı insanların probiyotiklere bağışıklığı olduğunu buldu. Yeni bulgularla takip edilmesi gereken çalışmada 25 sağlıklı bireye 11 farklı türde probiyotik veya plasebo verilerek öncesi ve sonrasındaki mikrobiyom ve bağırsak fonksiyonları kolonoskopi ve endoskopi yöntemleriyle test edildi.

“İnsanlar genel anlamda iki gruba ayrılabilir; ilk grupta, yerleşik mikrobiyomlar probiyotikleri kabul edip sindirim sistemini işgal etmesine izin vererek probiyotiklerin mikrobiyomu değiştirmesine olanak sağlarken, ikinci grupta, yerleşik mikrobiyomlar direndi. Bu grupta probiyotiklerin yerleşmesine izin verilmediğinden hiçbir işe yaramadığı görüldü” diye açıklıyor Elinav.

Araştırmacılar, kişilerin yerleşik mikrobiyomlarını inceleyerek hangi gruba düşeceklerini tahmin edebiliyorlardı. Bu sebeple Elinav bu bulguların, probiyotiklerin daha üst seviyelerde kişiye özgü kılınması gerekliliğine işaret ettiğini savunuyor.

Herkesin bağırsak mikrobiyomu farklı olduğu için probiyotikler herkeste işe yaramıyor.

Sağlık

Bağırsak florası, sağlıklı ve işlevli bir sindirim sistemi için temel bir rol oynuyor. Bunun en güçlü kanıtlarından biri huzursuz bağırsak sendromu vakalarının genellikle bozulmuş bağırsak floralarında görülmesi. Fakat floranın sağlığımız üzerinde çok daha kapsamlı etkileri var ve bunlar çoğunlukla insan hayatının ilk birkaç yılında ortaya çıkıyor.

Mikrobiyomumuz doğumdan hemen sonra gelişmeye başlıyor, bu mikropların sindirim sistemini işgal etmeye başladığı an demek.

İngiltere merkezli Quadram Biyolojik Bilimler Enstitüsü’nden mikrobiyom araştırmaları başkanı Lindsay Hall, normal doğum yoluyla doğan bebeklerin, sezaryenle doğan bebeklere oranla daha yüksek sayıda bağırsak bakterisine sahip olduğunu söylüyor. Bu, normal doğumda bebeğin doğum esnasında annenin vajina ve bağırsaklarındaki bakterilerle temasından kaynaklanıyor.

Hall, “Sezaryen yoluyla doğanlar bu başlangıç aşılamasından mahrum oluyorlar ve ilk temas ettikleri mikropları deriden ve çevre yoluyla alıyorlar.” diyor.

“Yenidoğanlar için bağışıklık sistemini geliştirmek çok önemli. Son çalışmalar gösteriyor ki erken dönem bağırsak mikrobiyomunun bozulması o kişide sağlık açısından olumsuz sonuçlar doğurabiliyor.”

“Sezaryen doğumun sağlık üzerine uzun süreli etkileri birçok çalışmada görüldü. Araştırmalar, bu kişilerde alerji ve daha az sağlıklı bir sisteme sahip olma ihtimallerinin arttığını gösteriyor. Bu da kişileri değişime ve antibiyotik tedavisi gibi müdahalelere karşı daha hassas kılıyor.”

“Fakat yine de bu farkın bağışıklık sistemi için ne anlama geldiğini gösteren güçlü bir çalışma yok.”

Anne sütüyle beslenen ve mamayla beslenen bebeklerin mikrobiyomları arasında da farklılıklar var. Bifidobakteriyum denen bir grup sağlıklı bakterinin anne sütü emmiş bebeklerin bağırsaklarında daha çok görüldüğü kaydediliyor.

“Bifidobakteriyumun anne sütünde bulunan belli bileşenlerin sindiriminde kullanıldığını biliyoruz. Bu bileşenler bebek mamalarında bulunmuyor; bu sebeple mamayla beslenen bebeklerde bunlardan daha az var” diyor Hall.

Bilim insanları, genel anlamda hastalıkların tedavisinde bağırsakların nasıl kullanılacağını anlamaya çalışıyor. Alandaki en yeni tedavilerden biri dışkısal flora nakli (fekal microbiyota transplantı), sağlıklı kişinin florasının hastanın bağırsağına yerleştirilmesini içeriyor.

Özellikle bağırsak enfeksiyonu ve ishale sebep olan, antibiyotiğe dirençli bağırsak bakterisi “clostridium difficile”in tedavisinde bu yöntem uygulanıyor. Burada nasıl bir mekanizmanın işlediğine dair kesin bulgular henüz olmasa da nakil yoluyla mikrobiyomdaki bakteri çeşitliliğinin artmasının virüsle savaşmaya yardımcı olduğu düşünülüyor.

Mikrobiyomun sağlık üzerindeki etkileri açığa çıkınca probiyotik kullanımı arttı.
Bu nakiller etrafında tartışılan en önemli konu, normal bağırsak mikrobiyomunun ne olduğunu tanımlamak.

Londra’daki Imperial College Üniversitesi’nde mikrobiyom ve beslenme arasındaki ilişkiye dair yapılan çalışmayı izlemek ve denetlemekten sorumlu Fiona Pereira, “Normalin ne olduğunu tespit etmekten ziyade her bir kişi için neyin normal olduğuna bakmak gerekiyor. Etnik köken, çevresel faktörler ve bedeni şekillendiren başka unsurlar bu normali tanımlamakta etken” diyor.

Bilim insanları ancak farklı etnik gruplar ve yaş grupları için neyin sağlıklı olduğuna dair net bir kavrayışa sahip olduğunda bir insanın profilini çıkarmak ve bağırsak çeşitliliklerinin neye bağlı olduğunu anlamak mümkün olabilir.

Antibiyotikler

Antibiyotiklerin bağırsak floramızı büyük ölçüde bozabileceğini çoktandır biliyoruz.

Birmingham Üniversitesi’nden profesör Willem van Schaik bağırsakta bulunan yararlı ve zararsız (nötr) bakterilerin enfeksiyona yol açan fırsatçı patojenlerle sürekli yakın temasta olduğunu söylüyor. Van Schaick, aynı zamanda patojenlerdeki antibiyotiğe 6000 yeni dirençli genin tanımlanmasını amaçlayan çalışmaları da yürüten bir araştırmacı.

Bulgularına göre bu patojenlerin çoğu DNA ile ilişkili değil. Bakteriler kendi aralarında DNA aktarımı yapabildiğinden şimdilik bu antibiyotiğe dirençli genlerin normal bakterilerden patojenlere taşınması riski bulunmuyor.

Fakat belli bakteriyel habitatlarda kalması gereken genlerin aşırı antibiyotik kullanımıyla yayılması mümkün olabilir. Bu ise tek bir bakteriyel hücre içine kitlenmiş dirençli genlere baskı uygulayıp mobilize olmalarına ve hareketlenmelerine sebep olabilir.

“Bulgularımız mikrobiyomda kaç tane dirençli genin mobilize olup fırsatçı patojenlere dönüşebileceğini ortaya koyuyor. Bu bir uyarı olarak okunmalı çünkü kesinlikle mobilize etmek istemediğimiz geniş bir rezervuar var bu genlerden oluşan.”

Antibiyotiklerin bağırsak bakterilerini etkilediği biliniyor.

Beyin

Beyin ve bağırsak arasında “beyin bağırsak bağlantısı” denilen çok güçlü, iki yönlü bir iletişim mevcut. İkisi de birbiri için vazgeçilmez ve çalışmalar bağırsak mikrobiyomu eksikliğinde beyin gelişiminin anormal olduğunu ortaya koyuyor. Fakat hangi bağırsak bakteriyumunun beyin gelişimi için önemli olduğu henüz bilinmiyor.

Oxford Üniversitesi’nde mikrobiyom-bağırsak-beyin bağlantısı alanında araştırmacı Katerina Johnson, yeni araştırmaların, bağırsak ve beynin nasıl birbirine bağlı olduğunu, ruhsal durumumuzun ve akıl sağlığımızın da ikisinin etkisinde olduğunu ortaya koyduğunu söylüyor.

“Depresyondaki insanların bağırsaklarından alınan bakterileri fare bağırsağına naklettiğimizde, farelerin davranışlarında ve fizyolojilerinde depresyon belirtileri gözlemlenebiliyor” diye açıklıyor Johnson.

İnsan beyninde bulunan nörotransmitterlerin (sinir taşıyıcılar) büyük çoğunluğu bağırsak bakterileri tarafından üretiliyor, bunlara ruh halimizin düzenlenmesinde büyük rol oynayan serotonin de dahil. Bilim insanlarının yakın zamanda nörotransmitterlerin mikroplar tarafından nasıl üretildiğinin bilgisini çekip çoklu skleroz ve Parkinson hastalığı gibi microbiyomumuzla ilişkili psikiyatrik ve nörolojik hastalıkların tedavisinde uygulamaları bekleniyor.

Davranış

Bağırsak mikrobunun davranış üzerindeki etkileri de inceleniyor. Çoğunluğu hayvanlar üzerinde yapılan çalışmaların bir kısmı gösteriyor ki belli tür mikroplar, beyin kimyasını ve davranışları öyle etkiliyor ki hayvanlar daha sosyal davranışlar göstermeye başlıyor.

Öte yandan hayatlarında mikroba hiç maruz kalmamış hayvanlar, sosyal yönden eksiklik gösteriyorlar ve araştırmacılara göre Lactobacillus gibi bazı bakteri türleriyle bu durumda iyileşme kaydedilebiliyor.

“Mikrobiyom neden davranışlarımızı etkiliyor?” konulu yeni bir makale, bağırsak mikrobiyomunun insan bedenini kendi çıkarları doğrultusunda manipüle ederek evrildiğine dair teoriyi mercek altına alıyor. Bu teoriye göre, tıpkı parazitlerin yayılması gibi, bağırsak mikrobiyomu da kendi aktarımını artırmak için insanı daha sosyal kılıyor.

Fakat bu makale, teorinin doğru olmadığını, davranış değişikliklerinin, mikroorganizmaların bağırsakta gelişir ve rekabet ederken ortaya çıkardıkları bir yan ürün olduğunu savunuyor, tıpkı fermentasyon gibi.

“Bağırsak mikrobiyomu o kadar çeşitli ki eğer bir çeşit bakteri aktif kimyasallar yoluyla davranışımızı manipüle etmeye çalışsa bu bakteriyi, enerjisini buna harcamayan başka bir bakteri bertaraf ederdi bu rekabet koşullarında” diye açıklıyor makalenin yazarlarından Johnson.

Gelecek

Bilim henüz sağlıklı bir mikrobiyomun neye benzediğine dair somut bir tanım yapamadı, yakın zamanda da yapacağa benzemiyor. Fakat mikrobiyomumuza, antibiyotik kullanımı ve beslenme biçimi gibi dışsal faktörlerin genlerden daha çok etkisi olduğu konusunda ve çeşitliliği yüksek mikrobiyomun bizim için daha sağlıklı olduğuna dair artan bir mutabakat söz konusu.

“Beslenmeyle mikrobiyomumuzu değiştirebilsek de geçici bir değişiklik sonrası belirli bir ayar noktasına geri döndüğünü gözlemliyoruz,” diyor Johnson. “Fakat sıklıkla sağlıkla ilişkilendirilen bağırsak mikrobiyomu çeşitliliğinin daha da artması için daha çok lifli gıda tüketebiliriz.”

Son yıllarda mikrobiyom araştırmalarında çok fazla yol kat edilmiş olsa da hâlâ aşılması gereken pek çok engel var.

Bu engellerden biri, 16S rRNA dizilimi denen metoda fazlaca bel bağlanmış olması diyor McDonald. Bu metod bütün bakterilerde olduğu varsayılan tek bir genin belli bir bölgesine bakmayı gerektiriyor. Kalın bağırsakta enfeksiyona neden olan koliform bakterisinin neden bu metodun fazla geniş olduğunun en iyi örneği McDonald’a göre.

“Bağırsakta patojenik koliform bakterisinin yanı sıra nötr veya yararlı rol üstlenen koliform da bulunmakta. Bu metodla mesela bunları birbirinden ayırmak mümkün değil. Dolayısıyla koliform seviyelerinin artması her zaman sağlık için kötü diye yorumlanamaz.”

McDonald araştırmalar konusunda yine de temkinli olmayı öneriyor:

“Mikrobiyom araştırmalarının ilerlediği alan son derece heyecan verici ve pek çok yeni gelişmeye açık. Bu araştırmalar sağlık alanında pek çok ilerlemeye yol açacak; fakat bu alanın gelişmesi temel araştırmaların sonuçlarına bağlı. İnsanlar üzerinde araştırmalara başlamadan önce laboratuvarlarda denek hayvanlarla yapılması gereken daha pek çok çalışma var.”

Ancak şimdilik kesin olan şey şu ki bütün bilim insanları yeşil sebze tüketmek gerektiğini söylüyor.

BBC Future