16 Haziran 2019 Pazar

Kızılırmak - Hasan Hüseyin Korkmazgil

.

Silâh ve şarkı

ben bütün karanlıkları bunlarla yendim

doğacak çocuğumun kanında esen

emekçi karımın dimdik bakışlarında

ve çetelerin sipsivri uykusuzluğu

silâh ve şarkı



benim bütün şarkılarım iri kuşlardır al ve şafakleyin

ışıklı nehirler büyütür silâh seslerim tankaranlığında

yekinir yürür orman

yekinir yürür toprak

yekinir yürür kalabalıklar

ve der ki kitabın ortayerinde

bütün ırmakları dünyanın

kızılırmaktan geçer



vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarım

geçin sıcak ırmakları kuşlarım

kızılırmak kızılırmak akın kuşlarım



açtım kırkıncı kapıyı

gördüm ki atın önünde et

titrer biryerleri zamanın

kırdım kırkıncı kapıyı

gördüm ki itin önünde ot

ürperip durur hiç olmalardan

şakıdı kuş

yarıldı nar

delirdi ateş

ve başladı uğul uğul uğuldamağa

bütün ırmakları dünyanın

kızılırmak

kızılırmak



güneşin ortasında insanlar kımıldaşır

ve der ki şakıyan kuş

yarılan nar

deliren ateş:

zaman akıyor

omuzlarında kalabalık nalkırıklarıyla

anasonlu duyarlığında general nargilelerin

bir damla kankurusu çok eski savaşlardan

belki silâhların çürümedik biryerlerinde

belki pişman bir ağzın acıyarak anlattıkları

aşka benzer bir karışık kıtlık direnci

boyunları kafataslı saray kahramanları

yığınlara vatan diye kalan yoksunluk



ne de çok özlemişiz gökyüzüne kansız bakmayı!



yıkık bir ud tiryakiliği antika cumbalarda

kanaryalarında berberli bezginliği burjuvalığın

bir polis burnu belki – dağdaki çarıksızın çarıksızlığı

bir büyük vurgun düzeni – belki de bir lavrens

vurgunun soygunu nevyork’ta döllediği

bir kucak sakal sanmak belki de marks’ı

toprakları denizleri insanları ingilizlemek

silâhlarla beklemek sömürge sofralarını

vaşington ağalarının pilâtin dişlerine

taze bir kan gibisine gerinir güneşlerde

saklar genişliğini şarapçasına

altun tepsilerde çok büyük ölür yürek

çok büyük hıncı kalır mayonezli kirenaların



yanyana

birsofrada

sanfransisko ve c.i.a.

yâni çuval ve mızrak

notrdam’ın kargalarının güldüğü



sakalları incili hümanizma satıcıları

halep pazarlarından gecikmiş bir ikindi

kışlalar öğlesonları asurbanipal

bir böcek ölüsünün geceyi kemirdiği

tektanrılı çokyataklı ve çok çok acımaklı

ikindi parklarında köpek ve kıral

altun ve brovningin karanlık egemenliği



konuşun soytarılar

çalgılar susun

daha bitmedi açlar

salınır o eski sularda cüzzam yalnızlığı kirliliklerin

gözün gözü sömürdüğü topraklarda ayıp ve kara

şimdi çoktaaan terekesi o serüven kahramanlığın

o bezirgan mutluluk balık tutar şimdi mor kuytularda



ne de çok özlemişiz gökyüzünü kirşiz sevmeyi



kırdım kırkıncı kapıyı

kandım o pınarlardan

başladı ugul uğul uğuldamağa

bütün ırmakları dünyanın

kızılırmak

kızılırmak



Sen ne cömert topraklarsın ey ortadoğu

sen ne çok soyulansın ve hiç uyanmıyansın



akdeniz’de mor bir deniz burjuva gitarlarında

kuytuların kuytularda ölüme döllenmesi

sevişmenin soyutluğu ve çamurluğu

duaların çamurluğu ve soyutluğu

gökyüzüne insanca bakamamak

yâni hiçbir şey

yâni utanç ve lavanta

yâni mum

çoktespihli bir ebabil ki uzar çöllerde

uzatır baltazar bayramlarını petrol petrol

uzatır köleliği âmin âmin

çeşmelerinden hâlâ şehname akan

şahlı seccadelerde acem ve anka

mezarlık toprak reformu – kölelerin eşelendiği

keskin bir ingiliz burnu – de ki abadan

ya da bir şah ve allah ve dolar üçlemesi

saat tam onikiye beş kala



akdeniz’de mor bir deniz burjuva gitarlarında

soyubitmiş balıkların akvaryum bezginliği

bir dilim ay

bir lokma arap

– gölgesini güneşten bile esirgeyen –

ve şakkulkamer bedeviliği

yâni utanç ve lavanta

yâni kirli ve kaçak

yâni mum

kalçaları, kadın pazarlarının – yok başka

karanlık vatanseverliği kaçakçılığın – yok başka

general nargilelerin madalya törenleri

ve şeytan taşlaması petrol kırallarının – yok başka

ezik ve utangaç

bilgiç ve yoz

mum

yâni demek istiyorum ki

sadakalı sosyalizm soytarılığı



konuşun soytarılar

çalgılar susun

bekler güzel yarınlarını bu tutsak toprakların

çetelerin o sipsivri uykusuzluğu



akdeniz’de mor bir deniz burjuva gitarlarında

neyin neye düşman olduğu belki de hiç bilinmeyen

hergece bir düşük, sam radyosunda

hersabah bir komik âdem

bir hacıyatmaz

ve komünistli bir kıralistan yunanistan’da



hacının develeri gevişirken ay altında ortadoğu’da

petrol ve çelik kırallarının gölgesinde bir istanbul akşamı

bizans ve kirli

türk ve yoksul

ve mâcun

allaha ve devlete ve bilcümle gölgelere dualar eyliyerek

biryanı yangın yıkım

biryanı yoksul yetim

biryanı dökülür pul pul

deniz

altun

ve kristal karışımı halinde bir istanbul

uyanır köprüaltı uykularında



elektıronik müzikli bir hicazkâr ud

ve kızıl çağrısı açlığın

o devletli tekliğinin kabuğunda bir hamal Ortadoğulu

sıla çalgını da

vatan yoksulu

allaha inanır arapça

yoksulluk çeker türkçe

ve denizi sever çocukça

oraları söyler durmadan

oralarda yaşar bıkmadan

oralarda ölür istanbullarda



kaktüs kemirenlerinden biri midir brezilya’nın

yoksa nil’e tapan ve aç yatan bir fellah mıdır

kimbilir belki de rio’lu bir gecekondulu

insan nerde başlar belli değil ki

istanbulsuz gibi yaşıyarak istanbul’u

vatansızlığını vatan diye güzelim gün ortasında

elektıronik müzikli bir hicazkâr ud

develeşip develeşip dönüşmesi gökdelenlere

yanki go hom’lu bir miting alaturka

betonarme balkonlarında emperyalizmin

ve kasıklarında maydarling amerika

yâni bütün devrimcilerin konakladığı

en çok özlediklerine düşman yaşıyan

bir gecikmiş kıral ve özgür köle

sürüyerek zincirlerini kaldırımlarda

ana avrat söverek soluna sosyalistine

ve bir somun ekmek kaldırımlarda

ve bir garip hamal kaldırımlarda

ve bir vatanölüsü kaldırımlarda



Ne bulmak içkilerde intiharlarda

neye varmak birşeyleri durmadan çoğaltarak

çiçek resimleri çizmek güneşli pencerelere

ölüleri akreplerle çiyanlarla karıştırarak

eski çamaşırları yenilemek dilencilerde

bir eski oyuncaktan koca bir gençlik bulup çıkarmak



kimbilir biz şimdi nelerin neresindeyiz

alı neden moru neden kırmızıyı kimbilir neden severiz



bir kenti geri almak ve davul

bir kenti geri vermek ve davul

oynaşmak iskeletlerle altunlarla madalyalarla

dedeleri gümüşlere altunlara atlara oranlamak

bıkıp bıkıp yeniden başlamak sevişmelere

kimbilir biz şimdi nelerin neresindeyiz

alı neden moru neden kırmızıyı neden severiz

[kimbilir



dal uyur daldasında yorgun dalların

gece büyük büyük anlatır eskimişlerden

su değil toprak değil

de ki acımışlıklar

de ki altun sözcükleri tükenmişliğin

oturur direk direk

götürür pazar pazar

ne ki yaşamak?



umduğum gel

sevdiğim gel

beklediğim gel

gel benim

kuşak kuşak

yoluna kurban olduğum



Kırmızböceğini tanır mısınız?



güneşin kıyısında kırmızböcekleriyiz

bir, maviye çalar türkülerimiz

bir, kapkaraya

kağnı uzaklığını bilir misiniz

kırmızıbiber ve tuz

bilir misiniz

karlı karanlıkta yalnız

yapayalnız

ince ince ölmek

bilir misiniz

bugün bulgurun sonu

yarına dur bakalım

öbürgün allah kerim

bilir misiniz

toprağın boynu bükük

eller umarsız

ağam sen bilirsin

bilir misiniz

hani derya içre olup da deryayı bilmeyen balıklar gibiyiz

ve işte atombombalarıyla korunur açlığımız



işlemeli mendil ve kurşun

harmanyeriyiz hey bre

karakol kapısıyız

imparatorluk kokar sefaletimiz

soyula soyula çıplak

güdüle güdüle sürü

bütün halklar gibiyiz – biraz kuşdili

biraz kahvefalı

ve biraz da düş

hapisâne avlusuyuz hey bre

cennet kuzularıyız

helallaşır gibi bakarız dostların gözlerine

severiz gülyağını

ve bir de aynaları

ve bir de aynalarda yiğitlik masallarını

sonra azıcık da sakızı

azıcık da uçkurhavalarını

bıyık burup gazel çekeriz de tenhalarda menhalarda

uzatırız boynumuzu elkapılarında

sülünler gibi



ve işte türkiyeliyiz

hani derya içre olup da deryayı bilmeyen balıklar gibiyiz

hamsiyiz karadeniz’de

çukurova’da pamuk

uzunyayla’da buğdayız

ege’de tütün

sınırboylarında gözükara kaçakçılarız

istanbul’da kadillaklı karaborsacı

ve doğu dağlarında koçero’larız

eşsiz bir güzellikle çarpılmış gibi

uyumuşuz yoksulluğun körmemelerinde

çalışkanız

filozofuz

dostuz

bütün sömürülenler gibi ezik

bütün uyananlar gibi kızgın ve doluyuz

seslenir yüzyıllar ötesinden pir sultan abdal’ımız

‘üstü kanköpüklü meşe seliyiz’

etekleriz de kodaman soyguncuları ekmek kapılarında

gözümüz gibi koruyup kolladığımız devletin silâhını

hey bre

yoksul – yetime doğrulturuz



ve işte türkiyeliyiz

ateşleriz de mandıraları fabrikaları

topal karıncayı melhemleyip salıveririz

bir yaprak düşer bir yanbakış götürür biryerlerimizi

kan sızar yeşillerden ak mendillere

çıkarıp öcümüzü dağbaşlarına

ağıtlara ağıtlara dökeriz yüreğimizi



saksıda çiçek

kıraçta ceviz

örtülerimizde nakış nakış sabır ve gözyaşı vardır bizim



akıyorsak garip çaylar gibi incelerekten

dokutuyorsak eğer sonbahar gibi

çok ağır olduğumuz içindir mandalar gibi

ve balıklar gibi çok kalabalık

seviyorsak silâhı ve yoksulluğu

susuyorsak kar altında toprakçasına

bıçak kemiğe değmediği

güneş ufuktan doğmadığı

o tozkoparan fırtına

kapımızı

kırmadığı

içindir



vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarım

geçin sıcak ırmakları kuşlarım

kızılırmak kızılırmak akın kuşlarım



Anasının karnını tekmelediğinde temmuz

kocaman ve çoook akıllı bir balıktı uzayda

proton -1 uydusu sovyetler’in

ve çelik bir kelebekti mariner-4

ensekökünde merih’in

şeftali emzikteydi bursa’da

pamuk çiçekte

çukurova’da

ve yeşil bir buluttu buğday

konya’da

sivas’ta

siverek’te



ozan ozanca söylüyordu dünyanın geleceğini

işçi grevce

adını bile bilmediğimiz birileri vardı dünyanın bir-

[yerlerinde

örneğin Singapur’da

tahran’da belki

belki de kordoba’da

karakas’da mı desem katanga’da mı

yoksa roma’da mı ankara’da mı

birileri biryerlerde durmadan yontuyordu

barışı mermer mermer

öfkeyi demir demir

sevgiyi tunç tunç

doyumsuz günler aşkına



ölmek birşey değil dostlar

hergün ölmek güç

açlık

o başka ölüm

açlık korkusu

beter

ne atom ne hidrojen ne yangın

dağları dümdüz etmeğe – dostlar

aç çocukların çığlığı yeter

proton-1

mariner-4

güzel

akıllı

büyük

yıldız kaymaları masallar getirirken gecelerime

yangından kaçar gibi bölük bölük

sırtı yorganlı emekçileri cömert ülkemin

göçüyorlardı vatan vatan

viyana üzerinden

adenover almanyasına

‘allı turnam bizim ile gidersen

şeker söyle kaymak söyle bal söyle’

söyle ki iyi vursun hınzır vurguncu

tüyübitmediği soysun tefeci

eskiden gemilere bindirip bindirip zencileri

allı turnam geçersen ırgat pazarlarından

zincirli topraklardan hacizli kapılardan

hastane önlerinden geçersen allı turnam



insan bazan ölümden de güçlü olabiliyor

birşeylerin gidişinden ve hiç dönmeyişinden



sabahları yorumlamak güç değil

yoksulluğu yorumlamak güç değil

nasılsa bir başka yorumlamak hep aynı sabahları

esmer ve uzak

inmeli antenlerin ardında şaşkın

ve grevler döverken komprador marka demokrasinin

[duvarlarını

yedirip yüreklerini korkularına

bir köledüzenin uşağı efendisi

cebi dolarlısı da

sırtı bitlisi

tekmeler gibi güneşi çocukların gözbebeklerinde

‘arefe gününde bayram ayında’

vurdular emekçilerin kongresini

kördüler

karaydılar

çiçeksizdiler

ve gelip bir karanlıktan

gidiyorlardı bir karanlığa



Benim karamsarlığım belki de bir demet gül – sevdiğim

içimin büyük büyük aklığından geliyor belki de karam-

[sarlığım



kocaman ve çoook akıllı bir balıkken uzayda

proton -1 uydusu sovyetler’in

ve kondukonacakken luna’lar

tatlı bir öpücük gibi ay’a

dilenmek benim ülkemde

işsizlik benim ülkemde

ve şeytan taşlamak yasak değildi benim ülkemde

baböf’ü okumak yasak

paspas yapıldı demirinden giyotinin

direktuvar bir ölü söz lârus’ta

oysa bizim buralarda

kelepçe yapılıyor hâlâ

pitekantıropüs babanın günahsız baltasından



kopmuş toprağından kanayarak

kanayarak

saçılmış yollara türkü türkü

ışık ne

vatan nerde

ne ki kutsallık!



kentlerin varoşlarında sanki kurt sürüleri

tanrıya filan değil

allı morlu ışıklara dönük yüzleri

konuşur elleri ekmek ekmek

takırdar çeneleri

ölüm yakın

lokman uzak

anlamak yasak değildi benim ülkemde

anlatmak yasak

adına grev diyorlardı

adına gecekondu

bir şey dolaşıyordu aramızda seslisoluklu

yaşıyorduk onu biz – dinine allahına kitabına dek

yaşıyorduk yağmurda yaprak gibi her zerremizde

ölmek yasak değildi yoluna onun

adını koymak yasak

tutmuş troya atları subaşlarını

madalyalı seyisleri emperyalizmin

ak taşın üzerinde iki damla kan

biri memet

öbürü memet

‘arayerde bu kan nedir

dost dost dost’

görmek yasak değildi benim ülkemde

göstermek yasak



ben ki uçan kuşu kıskanırdım oyun çağımda

nehirleri yağmurları selleri kıskanırdım

buluttan gemilerimle aşardım duymadığım denizleri

yıldızlardan yıldızlara kurulu hamağımda

mapusâne türküleri söylerdim geceleri

bir uzak sel sesiydi o kaygan günlerimde ekmek kavgası

dünyamda renkler ve böcek sesleriyle bir öyle cümbüş

en hırçın yıldızları en uysal kavaklara işlemek yaprak

[yaprak

yaralı bir serçenin gözlerinde bir evren ölüp ağlamak

ve bütün haziranları bir tek gülle açmak hersabah



o tedirgin ellerin bakışları hâlâ sofralarımda

hâlâ çizik çizik kanar kaygusu o ekmeksiz akşamlarımın

yok artık, dost yüzlü ağaçlarım, gurbet kanatlı gemilerim

[yok

gömüldü gitti kervanlarım o çıtır çıtır ağustos gecelerinde



bir dilim güneş koyup bir dilim yoksul sevince

aşk büyütmek

gecelerce gecelerce özlemeklerden

bölündüm ayrılıklara parça parça

dağıldım yeryüzüne çığlık çığlık

şimdi patron yüzlü sabahlardayım

şimdi direk direk direnmek



gel benim sevdiceğim

gel benim umducağım

beklediğim gel

gel de bitsin

kuşak kuşak

yoluna kurban olduğum



binip binip bulutlara ulaştım yıldızlara da

kıtalardan kıtalara el sallıyamadım

el sallıyamadım

turnalar bile geçip gitti türkülerimden

ben kaldım buralarda

ben işte kaldım buralarda ey dost

kırmızıkuşlar

kırmızıkuşlar

diye diye avuttum

hırçın çocuklarımı

em, em

diye diye ağladıkça

ağladıkça

masmavi çocuklarım

hep işte böyle



insan bazan ölümden de güçlü olabiliyor

anaç bir ağaç gibi dinleniyor kaygularım şimdi güneşte

aldanmak ne kolay

ne temiz

ne ilkel

allahım!

kalabalıklarla sevmek güzel günleri

ne denli güç

ne denli güç

allahım!



uzay

o masallaranası yıldızlı karanlığım

karanlığım benim!

o şafak tarlalarının ekmeğe dönüşmesi

sarıçiçek vakti ölmek ekinler arasında ve şafakleyin

bıldırcınlar ve yıldızlar ve tanyeli eşliğinde

birşeyleri bulmak ve varamamak

vakur bir ağaç gibi kucaklamak evreni ve şafakleyin

alfa

beta

gama

ve aynştayn

yâni biraz daha iflası korkularımızın

insan denilenin karanlık kurtuluşu

bir ceviz yaprağı denli basit ve ilkel

karışık mı karışık bir ceviz yaprağı gibi



nezaman kaldırsam başımı geceleyin

ne denli çok anlamağa çalışsam

gökyüzü bir yapraktı unutulmuş

not defterinden aynştayn’ın



ne sanat sanat için şarlatanlığı

ne savaş için savaş

çoktan anlaşıldı hey bekleroğlu

taşın taş olmadığı

ateşin ateş

şimdi deprem çizgileri yığınların gözbebeklerinde

şimdi yumruk çiçekleri o sömürge ülkeler

aşamazken kel dağları kel dağları düşlerde bile

geçtim sesduvarlarını sesduvarlarını düşlerde gibi

yedi başlı beyler besledim yüreğimden yedirerek

vurdum sonra başlarını beylerin efendilerin

yok benim tanrılarla kişilerle hiçbir alışverişim

ben artık, düzenlerle boğuşan bir gerçek devim

öyle bir dünyayım ki ben-hep özlenmiş hiç yaşanmamış

insan ve emekten geçer ekvatorum benim

kendim çizerim sabahlarımı-yok benim sabahçıbaşım

yok benim lüpçübaşım yok benim hötçübaşım

yok

yok

yok!



Elbet bir bildiği var bu haçaturyan’ın

bir bildiği vardı elbet erzurumlu hançerbarı’nın

arjantin pampalarında uykusuz çetecilerin

benim kurtuluş anıtlarımda mermi yüklü ananın

lumumba’nın kanının

kanayan viyetnam’ın .

kurşunlu duvarlara doğan günlerin

kalabalık acıların

bıçakaçmaz ağızların

bir bildiği vardı elbet

bir bildiği var

bir bildiği olacak elbet



hiç yalan söylemedi kalın çizgilerle susuşu yoksulluğun

hiç yalan söylemedi gözlerde zulüm

ve çıplak uykularında zengin düşleri milyonların

hiç yalan söylemedi



hiç yalan söylemedi bu ozan

elbet bir bildiği var bu kayguların

birikip birikip durmadan biryerlerde

acıların öfkelerin birikip biryerlerde

yekinmesi yatanların ve yürümesi

akması küçüklerin ve katılması

yıkması birşeylerin

ve yıkılması

yıkılıp yapılması

hiç yalan söylemedi bu ozan

işte karton kaleleri kapitalizmin

işte gözün göze düşman olduğu

işte elin ele düşman

ve işte benim

yeryüzünde güller gibi açılan devrimlerim



kamboçya’da kalkan kamçı

şaklar çukurova’da belimde benim

istanbul’da verilmeyen hak

durdurur dakota’nın volanlarını

ve der ki öpüp kaldırdığım ekmek

– beni böyle yerdenyere çalan şey –

nevyork’ta bitmişse grev

ben burda bil ki grev gözcüsüyümdür



benim gözlediğim

gel benim yürekyağım

gel benim

kuşak kuşak

yoluna kurban olduğum

gel!



Of ooofff, koca gürültülü devrimsiler yutturmacalar

cilalar civeleklikler yalancılıklar

karagünlü saraylı soytarılıklar of!

soygunların gölgesinde sosyete adaleti

bre hitlerkırması kurtköpekleri

il duçe döküntüsü yandançarklılar

bre arapsaçı sadakalı sosyalistler eh!



elif lâm mim vav he ye

direkler arası kubbe

a be ce de ve ye ze

kadillak marka bir hecindeve

saraylardan saraylara aktarılarak

eldenele ceptencebe aktarılarak

– yürü bre kahpe devran! –

kanarmş savaşlarla kıtlıklarla yoksunluklarla

bir gözünde nevyork

bir gözünde moskova

gevişir tespih tespih

dökülür dua dua

ayışıklı sularında

ortadoğu’nun

of ooofff, koca gürültülü devrimsiler yutturmacalar

allamalar pullamalar törpülemeler

karagünlü saraylı soytarılıklar of!



Yorul ey gayrı

akma ey su!

ey benim yaratan tedirginliğim tutsak yanım dinmeyen

[sızım ey!

çıkarıp çıkarıp yeniden çıkarmak bu dağı bu doruğa

yorul ey gayrı

akma ey su!



durup durup kaygulanmak gibi birşey bu bizim sularla

[akıp gitmelerimiz

sonsuz bir tren penceresinden savrulan güvercinleriz

çok buruk çok buruk bir şarap diyorum sıkın bağları

ben hiç ölmediğimi yaşamak istiyorum

orman seviyorsam kimbilir dallara düşmanlığımı

bayat bir başdönmesi – susmamak diye birşey

kantutar beni yoksa – kantutmak diye birşey

bırakma beni bırakma beni – çıldırırım diye birşey

oysa düştüm develeri – düşlerimde uçaklar şimdi

düşlerde başlayınca devrim – ne anladınız?

devrim diye birşey – bir gecekondu tenceresinde

demek ki önce devrim – ne anladınız?

ve ölmek vazgeçilmez bir alışkanlıksa

yorul ey gayrı

akma ey su!



çiçekler bırakınca renklerini biçimlerini

resimler sakal salınca yaldızlı albümlerde

eski bir türkü gibi bakışlarından belli

bitkilerin sürüp giden yeşillerinden belli

kalırız gündengüne yaşlanan sözcüklerde

bir akşam saatinde günbatımında

gözgöze gelmelerde ve içkiye yenilmelerde

bülbüllerin öte öte bitiremedikleri

kana benzer kan değil kan gibi korkunç ve karanlık

kalırız birşeylerde ve kimbilir tanrımsılarda

belki de çocukların hiç bitmeyen oyunlarında



ve ölmek vazgeçilmez bir alışkanlıksa



gülersin – menekşeler olur sesin – bırakıp gitmek

gözlerine bakınca balıklar cıvıldaşmak – bırakıp gitmek



bir avuç bulut içmek masmavi güvertelerde

ağlamak tekil değil – ne anladınız?- bırakıp gitmek

kalırız birşeylerde ve kimbilir tanrımsılarda



böcekti karanfildi kemandı bonaparttı

anarşistti burjuvaydı polisti kenediydi

yoksuldu zengindi kıraldı soytarıydı

soğuktu sıcaktı ılımandı of

değil işte bu değil

topunun sülâlesini!



adamı tutup götürüyorlar

geceyi burnundan getiriyorlar

bütün kırbaçları bütün kelepçeleri bütün alçaklıkları

adamı vurup öldürüyorlar



geceyi bir daha yaşamak kolay

adamı bir daha öldürmek zor

siz bu tutanaktan ne anladınız

öldürmek diye birşey – ne anladınız

suçsuzdu diyorum – ne anladınız

sefaleti yok etmek adamın düşü

güzel günler düşünmek işi

diyorlar bu kokan balığın başı

tevfik fikret diyor devenin başı

kime yüklemeli bu iğrenç suçu

kime yüklemeli bu iğrenç suçu

kime yüklemeli bu iğrenç suçu



Benim karamsarlığım belki de bir demet gül – sevdiğim

içimin büyük büyük aklığından geliyor belki de karam-

[sarlığım



biz ki

petrolü kavuçuğu kahvesi ve kakaosuyla

ve kastro’su zapata’sı amado’suyla

sıcak ve kıvrak bir şarkı gibi düşünürüz

atlantikaşırı bağımsızlığı

biz ki bir vaşington sineği kondurup bir zenci dağa

kanlı bir çocuk başı buluruz viyetnam’dan

ve bazan

öyle bir sızıyla sarsılır ki antenlerimiz

sivaslı bir bağlamadan

afrikalı bir tamtamdan

daha ilkel ve yalınkat kalır

o ipek öfkesiyle leonid kogan



beni ısırdı

– bilirim –

18’lerdemondros’larda

demokrat suratlıydı

bilirim

bezirgan dişli

hâlâ damlıyor kanım

viyetnam’da kırılan dişlerinden

ve hâlâ aç dolaşıyor başkent caddelerinde

kurtuluş savaşı kahramanlarım

çoğunun çoktan söndü ödü ocağı

kalmadı çoğundan bir nişan bile

işte bundandır ki benim

birtürlü gülemiyor

gülemiyor

gülemiyor işte türkülerim



of ooofff

ne de çok seviyorum harita okumayı!

sakarya sivas erzurum

madrid seul havana

hepsini hepsini anlıyorum

alev alev budistleriyle saygon

linkoln’ün mezartaşı vaşington

ve süzgün gözlü kompradorlarıma kurtuluş istanbulu



anlamak hem kolay

hem kolay değil



ne ölüm

ne aşk

ne de işsizlik

ve ne de deniz deniz kabarması yüreğin

ne içki

ne çiçek

ne dostluk

ve ne de akşam saatleri dişi kentlerin

insan bir anda bütün bir evreni birden yaşıyor

kan sıçrayınca bağımsızlık bayraklarına



Birgün çıkıp geldiler – anlamsız yüzlerini ve gülüşlerini –

tüketimartıklarım üretimorganlarını ve eski külotlarını –

çikletlerini çukulatalarmı getirip bıraktılar – tiklerini mi-

miklerini çiğliklerini – gençkızların düşlerini getirip bırak-

tılar – hergün hergün yeniden getirip bıraktılar – iplerini

oltalarını konservekutularmı – süttozlarmı soyalarını sa-

lemlerini – kısırlıkhaplarmı madalyalarını tasmalarını –

bayraklarını bayrakyırtmalarını sövmelerini – anamıza

bacımıza çocuğumuza – en çok önem verdiğimiz şeyle-

rimize – üretimorganlarını ve tüketimartıklarım kullana-

rak – tanrının ve isa’nın ve bizimkilerin izniyle – atlarını

seyislerini çombelerini – tıraşlarını ve dişlerini getirip bı-

raktılar – hergün hergün yeniden getirip bıraktılar – son-

ra güzel güzel anlaşmaları – sonra güzel güzel sözleş-

meleri – sonra güzel güzel paylaşmaları – asılmış-

ların ve asılacakların izniyle – vedurmadan durmadan

baltazar bayramlarını – sonra güzel güzel savaş uçakla-

rını – radarları rampaları atombombalarmı – denizaltı de-

nizüstü birşeylerini – bilinçaltı bilinçüstü herşeylerini –

piekslerini bitekslerini bitpazarlarını – eroinlerini kokain-

lerini getirip bıraktılar – hergün hergün yeniden getirip

bıraktılar-

ve sonra çekilip gitmediler gemilerine

ve sonra çekilip gitmediler gemilerine

ve sonra çekilip gitmediler gemilerine

ve artık okadar çok şey getirdiler ki

ve artık okadar çok şey getirdiler ki

ve artık okadar çok şey getirdiler ki

bağımsızlığa yer kalmadı ülkemde



acılar ey acılar

işsizlik acısı

özgürlük acısı

bağımsızlık acısı ey

ve ey mızmız acılara direnmenin yoksul kahramanlığı

ey hergün ölüm

ey hergün ölüm

toplanın

birleşin

bir olun

acıların şâhı gibi gelin üstüme

gelin

ve bitsin şu iş



seninle gelecek – çâre yok

seninle bu tatlılık ey büyük acı

gök incir nasıl ballanırsa acılardan

acı koruk nasıl bulursa balların en sarhoşunu

o işte o!

gel benim darmadağın direncim

gücüm

emeğim

çilem gel

gel benim büyük acım

gel ve bitir şu işi!

kalaylardan mı gelirsin bolivya’lardan

rio’nun favelalarmdan mı

ispanya’dan mı viyetnam’dan mı

zonguldak kömürlerinden mi gelirsin

çukurova’lardan mı

yellerle mi gelirsin ateşlerle mi

uçarak mı koşarak mı yırtınarak mı

gel işte gel gayrı

gel

gel

gel de bitir şu işi



elbet bir bildiği var bu çocukların

kolay değil öyle genç ölmek

yeşil bir yaprak gibi yüreği

koparıp ateşe atmak

pek öyle kolay değil

hem öyle bir ağaç ki şu yaşamak denilen şey

her bahar yeniden yeniden tomurcuklanır da

yalnız bir bahar çiçeklenir

a benim gülüm!



elbet bir bildiği var şu benim bilenmiş bıçak gibi

[yüzümün



yaşamak

bir köpek gibi tekmelenerek

yaşamak

öpülüp okşanıp kaldırılarak



ne donkarlosun domuz ahırı

ne senatör makdoların oda uşağı

ne de hacıfışfışın kurban etidir

demokrasi

demokrasi denilen o haspanın – a benim gülüm

lordlar kamarasına açılmaz kapısı

beşikteki bebeler bile biliyor bunu artık

biliyor ve unutmuyorlar

insan kanıyla işlediğini

o teksas tipi demokrasinin



elbet bir bildiği var şu benim bilenmiş bıçak gibi

[yüzümün

elbet kolay değil öyle genç ölmek



kore bir kan lekesidir

akşamlarımızda sızlayan

bir kopuk koldur hiroşima

uçaklar geçtikçe çırpınan

orda

uzakdoğu’da

gencecik yürekler gibi seğrîşir her bahar

barış güvercinleri hiroşima çocuklarının

burda

benim ülkemde

titreşip durur yeni barış güvercinleri



insan karıştırıyor bazan

ölmek mi yaşamak

yoksa yaşamak mı ölmek



bir karanfil takmak yakaya

belki de bir orkide

bir baloya gitmek

gitmemek

bir kumar partisi belki de

onlarca hep birdir a benim gülüm

onlarca hep aynı değerde

afrika’da kaplan ve zenci avıyla

bir atom savaşı ve toptan ölüm



çocuklar büyümesin

büyümesin

tomurcuklar açmasın

açmasın

ve sularca akmasın o en güzel şey

yaşlılar yaşamasın

yaşamasın

ocaklar tütmesin

tütmesin

ve yuvalar, gülüm benim

gülmesin gülmesin

çapraz iki çizgi ak bulutlara

gâvur gözlü kargaları emperyalizmin

amerikan bitpazarlarında



dünya bir genişleyip alabildiğine

daralıyor birden eliçi kadar

ve dolar

madalyalı bir yular gibi geçmiş boyunlarına

ne güvercinin göğsündeki gökkuşağını görür gözleri

ne karakarıncanın güneşe günaydınını

ne de sevişir gibi işlemenin güzelliği titretir yüreklerini

kongo bir açık bonodur

belçikalı banker brodel’in kasasında

ve mister gülbenkyan’ın purosunda

enfes bir tütündür havana

duymazlar çeliğin mavi kahkahasını

tomurcukta çatlayan gücü görmezler gülüm

satarlar bir akşam içkisine

o cânım ülkelerin

narçiçeği yarınlarını



satarlar gülüm

memedi memede vurdurup memedin tarla sınırında

memedin karahaberini satarlar memedin memedine

ve karagün

– hangi karagün? –

gelip çatınca davul davul

yavruyu memeden koparır gibi

koparırlar işleyen elleri işlerinden

sokarlar ateşten ateşe gülüm

soygun düzeninde göbek atarlar

ne sevinç

ne kıvanç

ne güven

bize onlardan kalan

bir avuç yorgun umut

zincirde bir vatan

ve kanrevan türkülerdir



İncecik boyunlu kıraç karpuzu

dışı yeşil yeşil

içi kırmızı

yuvarlana yuvarlana geçer bulutlar

meler yanık yanık bağlı bir kuzu

nah şuramda koskocaman dağ benim

nah şuramda ipincecik bir sızı

ceylanları ceylan gibi çizmem ben

çizersem hilâl boyunlu

çiçekleri çiçek gibi çizmem ben

çizersem nakış nakış

akarım ince ince de olurum nehir nehir

kavgaları kavga gibi çizmem ben

çizersem türkü türkü

yazmışlar benim için kocaman kitaplara

dışı yeşil yeşil de

içi kırmızı



neylerim ben kitapları kocaman kitapları

efendim okusun benim, canım efendim

o kuştüyü salonlarda, canım efendim

okusun da büyüsün benim efendim

okusun da biliversin aklımdan geçenleri

ben işte hep böyle azgelişmişim

yâni ben çünkü evet azgelişmişim

evet çünkü hayır fakat ben işte azgelişmişim

çokçalışmış azgelişmiş ve işte yoksul düşmüş

cephelerde mapuslarda aslanım aman

kıtlıklarda kıyımlarda kurbanım aman

seçimlerde sayımlarda ben varım aman

kerpiçlerde küllüklerde hayranım aman

şenliklerde şölenlerde ben yokum aman



ben işte hernedense azgelişmişim

çokçalışmış azgelişmiş ve işte yoksul düşmüş

demiri de kömürü de sökerim aman

buğdayı da pirinci de ekerim aman

çilem budur benim işte çekerim aman

evet çünkü hayhay fakat ben işte azgelişmişim

yâni ben çünkü evet hayır fakat azgelişmişim

ölüm kalım kıtlık kıyım ben varım aman

bayramlarda seyranlarda ben yokum aman

soygunlara vurgunlara hayranım aman

vatan millet allah patron kurbanım aman

kalabalık ve karanlık türküyüm aman



benim için demişler ki kocaman kitaplarda

dışı yeşil yeşil de

içi kırmızı

neylerim ben kitapları kocaman kitapları

efendim okusun benim, cânım efendim

okusun da biliversin aklımdan geçenleri

okusun da açıversin gözünün şafağını

turnalar çizeyim gurbetlerime

ağıtlar düzeyim yiğitlerime

kelepçeler vurulsun bileklerime

okusun da büyüsün benim efendim

yumuşacık salonlarda cânım efendim



ve der ki şakıyan kuş

yarılan nar

deliren ateş

bu ne çapraz gidiş hey bekleroğlu

uşak matti seyretmez de breht’i

efendisi puntila’sı seyreder

bu ne çapraz gidiş hey bekleroğlu

volga mahkûmları’na mahkûmlar değil

aristokrat salonlarda efendiler içlenir



damarı pir sultan damarı

damarı robson damarı

gelir uğul uğul yeraltı nehirlerinden

gelir ve bulur yüreğimizi

damarı kavga damarı

bu ne biçim düzen hey bekleroğlu

öfkesi sesinden büyük

sesi ününden kocaman ruhi su’yu

şu benim her dalı bin dert açan çıra-çakmak ülkemde

şu benim yürekleri çıra-çakmak tutuşanlarım değil

istanbul

sosyetesi

alkışlar

‘gelin canlar bir olalım

tevekkel tu taalâllah’



vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarım

geçin sıcak ırmakları kuşlarım

kızılırmak kızılırmak akın kuşlarım



Ay doğar bedir bedir

yel eser ılgıt ılgıt

sırıtır sıram sıram elkapıları

elkapıları da kölelik kapıları

kul olur yiğit



ay doğar hilâl hilâl

gün doğar devrim devrim

sırıtır sıram sıram elkapıları

elkapıları da kölelik kapıları

kurtulur yiğit



yeşili çin’den gelir bu kahkahanın

kırmızısı afrika’lardan

ve dünya dünya olur diyorum hey bekleroğlu

yaşamak yaşamak

gün gelir biz de görürüz yedi rengini deryaların

gün gelir biz de ölürüz hey bekleroğlu

yaşamak gibi güzel

süzüp süzüp güneşi bereketlerden

çin’den hindistan’dan amerika’dan

taze bir kan gibi dolaşırız biz de bu yeryüzünü



vatan topraksa eğer

ormansa nehirse mâdense vatan

işçiyse köylüyse aydınsa vatan

yâni yapıp yaratmaksa herşeyi yenibaştan

sevmeyi yenibaştan

alkışı yenibaştan

bir hesabı vardır bunun sorulur

bu hesabı soracaklar bulunur

akgün karagünden öcünü alır birgün

ürker altunlu yiğitliğin senin ey bunak düzen

ürker bu yağma saltanatın

o kanlı karanlıktan kopup gelen bebeğin

güneş renkli ilk çığlığından

lenin’ler olur bu çığlık hey bekleroğlu

marks’lar mao’lar mevlâna’lar

mustafa kemaller olur hey bekleroğlu

galile’ler gagarin’ler adsız ustalar

ve sen olursun işte hey bekleroğlu

kıtlıklarda

kıranlarda

kurtuluşlarda



uyan ey köşem bucağım

kırıkkolum iğriboynum sağırkapım dilsizim

vaktidir direnmenin

vaktidir şimdi

karalasın göbeğinde güzel gün

karalasın göbeğinde mutluluk

karataş çatladıçatlıyacak



proton -1

mariner – 4

anamın aksütü gibi biliyorum ki

aynı kafadan doğma

aynı ellerden çıkmadır

ve aynı amaçlarla dönmeseler de uzayda

anamın aksütü gibi biliyorum ki

bir mariner işçisi de özlemektedir

[barışı

en az bir proton işçisinin sevdiği

[kadar

Silâh ve şarkı

ben bütün karanlıkları bunlarla yendim

sesimde benim

iki yumruk gibi yanyana dövüşüyorlar

spartaküslerle viyetkonglar

yüreğimde benim

ette bıçak gibi yatıyor

yarım kalan şarkıları yiğitlerimin

öfkemde benim

çok dallı bir ağaçtır özlemek

doymadan gidenlerimin gözbebeklerinden



yürüdüm üstüne üstüne bunca yıl

geçtim dikenlitellerini yasakların bir bir



tavında demir

tavında toprak

ve tavında yürek gibi kabarık

ve alıngan

dokundum ateşli kabuğuna güzelin

iyinin

gerçeğin

soyundum kötülüklerden çırçıplak



dünyanın tepesinde bir avuç hışır

karga kanat çırpsa uykuları karışır

yağmalanmış emeklerden gelir soylulukları

yağmalanmış özgürlüklerden

dinleri imanları vurgun kelepir

toprağın memeleri

altun ışıltılı kumları kıyıların

emeğin çiçekleri

hep onlar için

hep onlar için takvimlerin mutlu günleri

içimizin karanlığı

soframızın öksüzlüğü

hiç gülmemesi yüzlerimizin

hep onlar için

adları morgan da osman da filân da olsa

isacı da olsalar muhammetçi de

iki dallas domuzu gibi benzerler birbirlerine

karagünler için kaldırırlar kadehlerini

adanalı bir toprak ağasıyla

detroit’li bir otomobil fabrikatörü



dünyanın tepesinde bir avuç hışır

dinleri imanları vurgun kelepir

şarkılarda bile istemezler güzel günleri

ve bacakları çörçil zaferi çizerken havalarda musolini’nin

öter faşizm düdücükleri

yanki go hom çaçaca

maydarling amerika

maydarling amerika



Bir oğlum olacak adı temmuz

uykusuz

korkusuz

beter mi beter

ben beynimi satarak yaşıyorum

o benden proleter



bir oğlum olacak adı temmuz

karataşın göbeğinde aşk

karataşın göbeğinde barış

karataş çatladıçatlıyacak

bende bitmeyen kavga

onda yeniden başlıyacak



bir oğlum olacak adı temmuz

öfkede benden fırtına

sevgide deniz

ne samanyollarının ulu kervanları susuzluğumun

ne kutupşafaklarında tanrılaşması ilkelliğimin

temmuz gibi sıcak ve bereketli

temmuz gibi uçsuzbucaksız



bir oğlum olacak adı temmuz

dilinde en güzel sesi türkçemin

kulağı en yiğit şarkılarla delik

korkak bir merakla değil yıldızlı karanlığı

vivaldi’yi dinler gibi okuyup anlıyacak

ve belki de sütdişleri sürerken balaban bir bursa şef-

[talisine

ay’dan kendi sesini dinliyecek

vahşi bir çiçek gibi açılmış gözleriyle



ben ki yalınayak bastım kızgın dişlerine açlığın

iri bir çizme gibi balkanlar’a basarken faşizm

dağlarda silâh atmayı sevdim

ben ki silâh taşıdım gizli gizli

dünyanın bütün devrimlerine

boşuna dönmüyor bu rotatifler

boşuna bağırmıyor bu kara

boşuna dinlemiyor bu korku kapımızı

anamın aksütü gibi biliyorum ki

doyumsuz günlere doğacak temmuz

doyumsuz günler görecek

hani şu hep andıkça sızlatan yüreğimizi

hani şu hep dalıp dalıp gittiğimiz andıkça

beklediğimiz beklediğimiz beklediğimiz

ve tam görecekken göçüp gittiğimiz günler

[gibi günler

ama mutlaka



karataşın göbeğinde aşk

karataşın göbeğinde barış

karataş çatladıçatlıyacak

ben direndim yorulmadım

o yorulup yıkılmıyacak



vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarım

geçin sıcak ırmakları kuşlarım

kızılırmak kızılırmak akın kuşlarım



Şiir: Kızılırmak

Ankara/Temmuz 1965

10 Haziran 2019 Pazartesi

Tüketim Kültürünü Eleştiren Filmler

.

Tüketim Kültürünü Eleştiren Filmler
Ecem Şen

Yönetilenlerin sistem içerisinde hayatta kalabilmek için aynılaşmasının gerektiği bir düzende farklı olma güdüsünü ise tüketim karşılar. Birbirine zıt görünen ancak birbirini doğrulayan bu durumda, her gün sabah 8 akşam 5 çalışan bir bireyin onunla aynı hayata sahip olan bütün o topluluktan farklı olacağı yanılsamasını tek bir reklam verebilir. Bu parfümü kullanırsan, geçtiğin her yerde insanlar sana bakacak (fark yaratma), bu araba sana kendini ulaşılmaz hissettirecek! Nesnelerin ya da işlevlerinin değil, mutluluğun ve kısa süreli hazların satıldığı yeni dünya düzeninde bir içecek markasının sloganının mutluluk bu kapağın altında olmasına şaşırmamak gerekir. Çünkü her marka farklı ürünlerle aynı şeyi satıyor: mutluluk. Buna ihtiyacımız var. Çünkü elimize para verilirken mutluluğumuz alındı, şimdi ise o parayla bir mutluluk simülasyonunu durmaksızın satın almaya çalışıyoruz. Bu listede sizler için tüketim kültürünü eleştiren 10 etkileyici filmi sizler için derledik.

They Live

John Carpenter’ın yönetmenliği üstlendiği They Live, sistem eleştirisinin sinemadaki en güzel tasvirlerinden biridir. Baş karakter Nada, bir gün bulduğu gözlüğü taktığı anda her şeyi, tüm çıplaklığıyla görmeye başlar. Reklam panoları, insanlar, medya, tüm propagandalar gözüne olduğu gibi gözükmeye başlar. Daha önce farkına varmadığı bu ayrıntıları gördükçe sistemin onları nasıl köleleştirdiğinin ve tektipleştirdiğinin farkına varır. Sistemin insanları uyutmak için nasıl hunharca çalıştığını gözler önüne seren film distopik filmler içerisinde belki de en korkutucu olanıdır.

Wall-E

Yönetmenliğini ilk uzun metraj animasyon çalışması Finding Nemo ile Oscar kazanan Andrew Stanton’un yaptığı Wall–E, gelecekte insansız bir dünyayı tasvir ediyor. Dünya aşırı kirlenme sebebiyle çöp yığınına dönüşmüş; doğa da bundan nasibini alarak kirliliğe yenik düşmüştür. Wall-E ise bu çöpleri temizlemekle görevlendirilmiş bir robottur. Sıradan hayatı Eve ile tanışınca değişecektir. Sinema tarihinin en önemli animasyonlarından biri olan Wall–E, kapitalizmin karşısında daha güçlü durmamız gerektiğini masalsı bir dille anlatır.

99 Francs

Jan Kounen’in yönetmenliğinde bir reklamcının, sistemin ne denli kölesi olduğunu fark ettiği bir anda yaşadığı patlamayı ve hayatındaki değişimi konu eden 99 Francs, reklam sektörüne dair kıymetli bir taşlama. Jean Dujardin’in başrolünde olduğu film, kapitalizmin tüketiciye ürün değil mutluluk yanılsaması sattığının önemli bir kanıtı.

Truman Show

Jim Carrey’nin kariyerinin dönüm noktası kabul edilen, nice izleyiciyi kendisine bağlamış Truman Show, pek çok açıdan incelemeye tabi tutulmuş, nice okuma imkanını bünyesinde barındıran bir film. Genellikle Platon’un mağara alegorisi ve günümüz toplumunda mütemadiyen gözetlenerek yaşamamız -başka deyişle güvenlikleştirme- üzerinden ele alınan, nükteli yaklaşımıyla izleyiciyi çağdaş dünyayla ilgili düşüncelere sevk ettiği kadar da güldüren Truman Show, her şeyi tüketen bir toplumun ulaştığı son nokta olarak değerlendirilebilir.

Neon Demon

Güzelliğin her şey değil, tek şey’ olduğuna inanan ünlü moda tasarımcısının (Alessandro Nivola) defilesinde, fonda Cliff Martinez’in saykodelik elektronik müziği eşliğinde, neon ışıklar ve üçgenler arasından sahneye çıkan Jesse; bir nehrin kenarında su içmek için eğilen ve o esnada sudan yansıyan yüzü ve vücudunun güzelliği karşısında büyülenen Narcissus’tur artık. Kendi güzelliği tarafından hipnotize edilerek baştan çıkarılan Jesse nihayetinde ‘onlar’ gibi bir narsiste, ‘neon şeytana’ dönüşmüştür.

Trainspotting


Uyuşturucu etkisini büyülü gerçekçilik akımı çerçevesinde başarılı bir şekilde kullanan ve tüketim kültürüne yönelik eleştiriler sunmayı ihmal etmeyen Trainspotting’den bahsetmeden olmaz. Filmin en unutulmaz sahnelerinin uyuşturucunun etkisindeki karakterlerin halusinasyonlarının ve hislerinin görselleştirildiği sahneler olduğunu söylemek mümkün. Bu durum elbette izleyicinin hislerini daha rahat anlamasına ve daha kolay özdeşim kurmasına sebep oluyor. Danny Boyle’un yönetmenliğini yaptığı Trainspotting, devam filmi olan T2’de aynı muhteşemliği yakalayamasa da ilk filmin sıcaklığını sürdürmeye devam ediyor.

Into the Wild


Sean Penn’in Jon Krakauer’ın 1996 yılında yayımlanan kitabından 2007 yılında beyazperdeye uyarladığı Into the Wild, üniversiteden yeni mezun olan Christopher’ın yaşamındaki tüm sorunları elinin tersiyle itip kimliği de dâhil olmak üzere sahip olduğu her şeyden vazgeçerek yalnız başına adım attığı yolculuğunu aktarıyordu izleyiciye. Gerçek bir yaşam öyküsü olan bu hikâye, hepimizin için için arzuladığı; ancak hiçbirimizin türlü sebeplerle ulaşamadığı bir hikâye olması sebebiyle pek çoğumuz için ayrı bir yerde durur. Şehrin ışıklarından, gürültüsünden, kokusundan, kalabalığından sonsuz dek kaçmak; hayatını kendi başına deneyimleyebilmek isteyen herkesin hikâyesi.

Der Siebente Kontinent

Terfi eden Georg eriştiği yeni imkanlarla arabasını değiştirir, çünkü toplumda statü kazanabilmek yalnızca pozisyon değişikliğiyle mümkün olamamaktadır. Marx’ın Kapital’inde bahsettiği meta fetişizmini gündeme getiren bir film Der Seibente Kontinent. Tüketim ürünlerini amacı dışında statü için kullanmak, insan benliğinin nesneler tarafından yönetilmesine yol açmaktadır. Bir yanda yarattığı metaya yabancılaşan işçi sınıfı, diğer yanda yaratılmışı yücelten  tüketici bir  toplum… Meta fetişizmi filmde evdeki eşyalara fazlaca odaklanılmasıyla da kendini hissettirir. Henüz küçük bir kız olan Eva’nın bile benliğine işlemiş olan meta fetişizmi kendini en ufak bir diyalogta dahi gösterir. Haneke imzalı Der Seibente Kontinent, tüketim toplumu üzerine izlenmesi gereken önemli filmlerden biri.

Fight Club

Fight Club’ın baştan sona anlattığı konuya kısaca değinirsek, Edward Norton’ın canlandırdığı anlatıcı, Ikea kataloglarından hayranlıkla seçe seçe, satın ala ala dekore ettiği evinden kurtulmak istemektedir. Çünkü meta fetişizmi anlatıcıyı esir almış, elini kolunu bağlamıştır. Evinden kurtulmanın bir yolu da evini tamamen patlatmaktır. Ancak toplum içinde yer aldığı sosyal benliğiyle bunu gerçekleştiremez, toplum ona bunu yakıştıramayacağı için o da kendisine yakıştıramaz ve bu sorumluluğu alter egosu olan Tyler’ın üzerine yıkar. Böylece anlatıcı kendisini habersiz bir şekilde felaketin ortasında bulur. Tyler ona özgürlüğü sunmuştur. Bu durum da Fight Club’ı etkileyici bir tüketim kültürü eleştirisi konumuna taşır.

alıntı: filmloverss.com


Chernobyl: Soğuk Estetik "Sıcak" Yenir!

.

Chernobyl: Soğuk Estetik "Sıcak" Yenir!
Ali Şimşek


1945 sonrasının hayaletidir. Sovyetler (CCCP)… İkinci Dünya Savaşı bitmiş ve dünya Berlin’den ortaya ayrılmıştır. Savaşda en çok can vermiş (20 milyon küsur) bir ülke, yorgun düşmesine rağmen savaşın en büyük galibi olmuştur aslında. Neredeyse teslim olmasına rağmen Hiroşima’ya ve Nagazaki’ye atılan atom bombasının muhatabı da Sovyetlerdir aslında unutuluyor. Bildiğimiz anlamda Soğuk Savaş başlamıştır artık. Savaşta yenilemeyen komünizm hayaleti, Amerikan Rüyası pompalan bir dünyada, imajıyla yenilgiye uğratılmaya çalışılacaktır artık. Buradaki en önemli koz ise Hollywood yani sinemadır.


Savaş sonrası çekilen savaş filmlerinde kurtarıcı Amerika ve Normandiya Çıkartmasıdır (D Day) hep. Sovyetlerin esamesi bile okunmaz. Acemi askerler ile Fransa içinde ilerleyen Amerika’nın Naziler karşısındaki sefaleti ve Fransız halkına yaptıkları bir rüşvet sus pusuna dönüşür uzun zaman. O çok sevilen, duygusal “Hayat Güzeldir -Life is Beautiful (1997)” filminde bile toplama kampına bir Amerikan Sherman tankı girer. Bu coğrafi olarak imkansızdır. Toplama kamplarına Polonya sınırından ilk girenler Sovyetlerdir oysa. Ayrıca tanklar konusunda da kısa bilgi verelim çaktırmadan… Sherman M-4, Nazilerin Panzer ve Tiger’ları karşısında kağıttan bir kaplandır aslında. Hantal ve dayanıksızlardır. Her ne kadar Brad Pitt’li Furry (2014) filmi onu bir kahramana çevirse de savaşın asıl kahramanları, gelmiş geçmiş en kıvrak tank, Sovyet T-34’dür. T.34’ler ergonomik yapıları, hafifliği ve mühendisliği ile kök söktürürler Alman ordularının ağır panzerlerine. En kahraman komünist tanktır kendisi. Elbette sinemaya da girmişlerdir. 2012 tarihli Rus filmi, Moby Dick’e selam çeken “White Tiger” ve bu yıl gösterilen T-34 filmleri, her ne kadar içlerine Putinci Rus milliyetçiliği kaçsa da bu tankların cevvalliğini gösterir.


1945 ve 50 sonrasının yüzlerce “soğuk savaş” filmi, çizgi romanı ve romanı bol bol “kasvetli”, “otoriter”, canavar Sovyet filmleri üretti ve sterotipe dönüştüler zamanla. Aleksandr Soljenitsin’in “Gulag Takımadaları” imgesi Batıda karşılığını almış ve 1970’de Nobel ile taçlandırılmıştı. Artık ha Auschwitz ha Gulag ikisi de aynıydı ve liberalizmin otoriterlik karşıtı, “serbest piyasacı” kapitalizmin söylemine dönüşmüştü. Bu özdeşleştirme o kadar başarılı olacaktır ki, Troçki’nin katli sonrası sol içi eleştiride bile Stalinciliğin alemeti farikası olacaktır.


1950 sonrası patlayan bilim kurgu filmlerinde, romanlarında ve süper kahramanlı, 1 sentlik ucuz çizgi romanlarda bile Sovyetler bir canavardır bundan böyle…. Kaptan Amerika kalkanıyla dikiliverir bu canavarın karşısına her daim. Olay sonsuz uzayda, Mars’ta ve Atbaşı Nebulası’nda geçse bile düşmanlar Sovyet üniforması ile temsil edilirler. Bugün bir külte ve yeni bir mitolojiye dönüşmüş 1977 tarihli çekilen ilk Star Wars’ta bile, İmparatorluk güçleri Sovyet üniforması benzeri bir kıyafet giyerler. Cumhuriyetçi kahramanların savaş gemileri o dönemin ünlü (şimdi bizlerde parklara aksesuar) F-104’leri andırırken, Darth Vader’ın avcı uzay gemileri, siyah-gotik yarasa tınısı verilerek Soyuz uydularını andırır. Amerika uzaya çıkan ilk insanlı bayrağın CCCP olduğunu hazmedememiştir çünkü.


Star Wars’ın düşman gemilerine ne kadar benziyor değil mi? Soyuz uzay aracı.
Hangi birinden bahsedelim; Soğuk Savaş estetiğinden, filmlerden, romanlardan örnekler vermeye çalışsak yüzlerce sayfa tutar. Elbette Sovyetler problemsiz değildir; 1917 Ekim Devrimi sürecinden itibaren Çarlık bakiyesi köylü bir toplum, devasa bir coğrafya ve etnisite, Lenin sonrası Stalin-Troçki ayrılığıyla ayyuka çıkmış siyasi gerilim ve ölümler, tasfiyeler. Nazilere karşı savunma refleksi ve salınımlar, hatalar binlerce sayfa tartışılmış ve tartışılıyor hala. Oysa bu “Soğuk Savaş” estetiği öyle bir kasvetle inandırıcı olacaktır ki Sovyetlerin kazanımları, başarılı simsiyah bir kül ile kapatılacaktır.

Bütün bu serimlemeyi niye yaptım tahmin etmişsinizdir. Game of Thorenes”in hemen arkasından gelen HBO’lu “Chernobyl” fırtınasından söz edeceğim elbette. Çöküş öncesi Sovyetler Birliği’ndeki 1986 tarihli nükleer kazayı anlatan dizi, dramatik yapısı, mekanları ve oyunculuğuyla çok başarılı. 1991’deki çöküşüne kadar 1980’li yıllarda başlayan Gorbaçov’lu Perestroyka (Yeniden Yapılanma) süreci, krizler, Yeltsin darbesi ve yüzlerce tarihi olayın eşlik ettiği, Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” dediği tek kutuplu dünyaya yolculuk zamanı. Çernobil tarihin en büyük nükleer felaketi olarak tarihe geçti. Hatta Türkiye’yi de etkiledi. Kazım Koyuncu’yu kanser illeti ile genç yaşta aramızdan alıverdi.


“Chernobyl” bütün gerçekçi kadrajlarına rağmen Soğuk Savaş estetiğinden kurtulamamış ama. Diziye bakıldığında Sovyetler “despotluk”tan bunalmış mutsuz insanlar yuvası. Hatta dizi maden bakanını kömürlü elleriyle kirleten maden işçileri ile işçilere liberal bir selam bile çakıyor. Ya da Repin’in ünlü Korkunç İvan’ın oğlunu öldürdüğü resmin kadraja girmesi Sovyetleri çocuklarını yiyen Kronos’a dönüştürüyor. Elbette aklı başında hiç kimse, birazcık tarih okumuş bir insan evladı Sovyetlerdeki sorunları, bürokrasiyi, Gorbaçovlu yeniden yapılanma sürecini, kuşatılmışlığı reddedemez. Ama şunu da reddedemez; 1917’de dünyanın en büyük coğrafyalarını bir sovyete (konsey) dönüştürmüş, sefalet içindeki köylü kitleleri Vivaldi dinler duruma getirmiş (şimdi bunla da dalga geçerler), açlık-kıtlık faturası olsa da büyük bir teknolojik atılımla uzaya fırlamış, kapitalizm vahşiliğe bent olmuş, ona ayar vermiş (Keynezyen sosyal devlet), birçok devleti sömürge olmak zorunluluğundan ve kapitalist “tek yolculuk”tan kurtarmış bir insanlık deneyini de tümüyle bir vahşilik-sıkıcılık-tek tiplik imgesine indirgeyemez. Özellikle de Sovyetler Birliği ve CCCP harflerini bile bilmeyen 1980 ve sonrası doğumlu bir kitle varken ekranlar karşısında. Bazıları hemen lafı yapıştıracaktır biliyoruz. Felaket olmuş gülen bir yüz mü arıyorsun diye. Biz de neşeli kapitalizmin felaketlerine de bakalım diyoruz o zaman. Kaza değil, bilerek atılmış, üstelik bir annenin ismi verilmiş bir uçaktan (Enola Gay) atılan Hiroşima başta…


Sovyetler’in sadece sıkıcı, kasvetli ve de despot bir coğrafya olmadığını görmek için bile Twiter’daki sovietvisuals (@sovietvisuals) hesabına bakmak yeter. Reel sosyalizm elbette cennet değildir. Amaç birilerinin çok muz yemesi değil, gerektiğinde kimsenin muz yememesidir.

Biliyorum bu yorumlar birçok kişi için baştan fasarya. Ama en azından Sovyetler için başka bir imge düşünmeye vesile olur diye umut ediyoruz.


alıntı: ekdergi.com