7 Şubat 2019 Perşembe

Akışkan Mikro İktidar Biçimleri - Josef Hasek Kılçıksız

.

Akışkan Mikro İktidar Biçimleri

Josef Hasek Kılçıksız


En büyük günah yanlış bir gerekçeyle doğru şeyi yapmaktır.

TS. Eliot



İçtimâî akıl cinnet geçiriyor. Bize iyi hissettirmeyen ama iyi bir şey yaptığımızı hissettiren zincirlerden kurtulmak çok zor. İnsanın önündeki yolu sürgülüyen şey korkularıdır. Uzun sürelerle duraklayan ama esasında sonsuzca süren iktidâr hırsının dalga benzeri devinimi insanı tutsak aldı. Çünkü korkular ve tahâkküm hırsı onu sürekli teyakkuz baskısı altında tutuyor.

Dünya hakkında kendine paranoyak bir vizyon bağışlayan insan, bu paranoyaklık üzerinden kendine marazi bir kurban kimliği inşâ etti. Bu mağdur kurban kimliği, şiddeti uygulayan protagoniste her türlü barbarlığı yapmayı kendinde hak gören bir algı da bağışlamış oldu. Yaşamanın zamanla gerilimli bir ilişkiye, sürekli savunma teyakkuzuna ve amansız bir yarışa dönüştüğü bir bir yerde hayat şairin de dediği gibi zor zanaat.

Güven ve özgürlük yitimi yaşayan insan bu açıdan aslında nevrotik ve yarık bir varlıktır. Bu yarıkların binlerce ve onbinlercesi birbirleriyle içice geçerek bir varlıkta yaşayabilirler. Bu varlık başkaldırmayı savunurken bile belli bir düzenin akışındaki yerini koruma kaygısıyla yapar. Kontrollü ve görece konformist bir başkaldırıdır bu.

İnsan kendisine sağduyu ve bilgelik bahşedilmemiş ve henüz tamamlanmamış prematüre bir türden geliyor. İnsan kendine etik, sosyal, dünyevi, göksel bir çok sorumluluk ve hedef belirlerken kendi kendine çalıp oynayan bir varlık. Tanrılar ve doğa, insanın kendi omuzlarına yüklediği bir çok yükün farkında değiller, olsalar bile umurlarında bile değil. İnsan bütün bu erdemli görev ve sorumluluklarına rağmen toplumsal hayatı kapsayan tüm alanların çürüme dinamiğinin etkisi altına girmesini engelleyemedi. Çürüyen sosyal düzen karşısında modern yurttaş kafkaesk böcekleşme, hazcı nihilizm ile özkıyım arasında salınıyor. İnsan kendini mâruz bıraktığı bu misyonlarla geleceğini sonsuza kadar belirleyecek bir noktada bulunmuyor. Sadece çok çekici bulduğu bir iktidâr oyununa hayatını feda ediyor. İktidâr hırsı insan ruhunu zehirledi ve nefret duvarları ördü.

İnsan çok düşünüp az hisseden bir varlık. Dünya onun için hırs, kin ve yobazlıktan oluşan bir distopya, insan bu distopyada kurtuluşunu seçemez. İnsan sadece düşünmek edimiyle varoluşunu kıyısından köşesinden kemirmeye başladı. Zira düşünmeye başlamak bir anlamda için için kemirilmeye başlamaktır.

Homo homini lupus’taki kurt insanın yüreğindedir. Onu orada aramak gerekir. Varoluşun karşısında konuşlanan yırtıcı kurttan zamanın ötesine kaçışa sürükleyen ölümsü oyunu anlamak gerekir. Saçma varoluşun hıncını şimdi’ye yükleyen, askıda bulunan tüm kinleri ve yorgunlukları bir anda emen bu ölümsü oyunun adı intihârdır. Kendine kıymak bir anlamda içini dökmek ihtiyacından kaynaklanır. Özkıyım eyleminin arkasında, içini dökecek birilerini bulamama kertesinde bir yalnızlık gizlidir, yabancı bir yere savrulmuş olmanın ve herkesi kendine küstürmüş olmanın yalnızlığıdır bu. Bir boyutu H. Cibran’ın ontolojik nihilizminde varlık bulurken diğer boyutu kafkaesk yitirilişte anlamını bulan milyonlarca yıllık bir yalnızlık.

Hayat tarafından anlaşılmadığını onunla arasında bir kopuş olduğunu bildirmek isteyen oyuncu hayat sahnesindeki rolünden soyunur. Bu rolden soyunma ve kopuş ânı tam olarak saçma (absurdité) duygusunun bütün varlığı kuşattığı âna denk gelir. Bence asıl sorun, sevme alışkanlığı edinmeden düşünme ve yaşama alışkanlığı edinmiş olmakta yatıyor. Buradaki yaşama alışkanlığı daha çok bir oyuna ve oyalanmaya karşılık gelir. Bu insanlıktan uzak oyun için ayrıcalıklı bir seyirciye dönüşen zaman, hiçbir şeyi umursamadan her şeyi hiçleyerek akıp gidiyor. Dünya ve zaman Heideggerci bir vurdumduymazlıkla, kendi tarihimizin bilinmeyen özlü kararlarının çıkıp geldiği yerde te ezelden beri olup durmakta ve sürüp gitmektedir. Buna chronolojik düz-çizgisel zamanın şiddeti diyebilirim. Çünkü zaman uçup giderken uçuş hızı herkes için aynı ivme ve tempoyla ilerlemez. Zaman ruha uyguladığı şiddetle, intihâr düşüncenin sınırlarına ulaştığı ıssız ve susuz yerleri anımsatır.

Yaşamsal olanla siyasal olanın sınırlarının ortadan kalkmaya başladığı süreçlerde kavga dahil her şey kendi varlığında direniyor. Bütün dünya insanın herkesle ve her şeyle kavga olduğunu biliyor, bu kavga ve antagonizmalardan oluşan sonsuz çatışmaya tarih adını verdiğini de. İnsanın siyasal aklı karşıtlıklar, düaliteler ve antagonizmler üzerine kurulu. İnsan bu çatışıklı akıl yürütmeye diyalektik adını verdi. İktidâr sofrasından dışlanmış bir sınıftan mesihyanist tutumlar bekledi. Erk oburu proletaryaya, kendi karşıtını ortadan kaldırırken kendini de ortadan kaldıran tarihteki tek devrimci sınıfı atfında bulundu. Oysa kavganın ve şiddetin devamlılığına kısa bir ara verip ışıkları yakarsak insanın çağlar boyunca ne denli sefillik ve acz içinde kıvranan bir varlık olduğunu anlayacağız. İnsan bu bakımdan üzüntüsü, acizliği, hastalığı, çılgın kuruntularıyla kendi içinde infilâk yaratan bir varlıktır, tarihin karanlık odalarında bir mağara varlığıdır. Çünkü insan çektiği acıları daha geniş bir insani bağlama oturtmayı bir yandan başarırken bu acıların kaynakları konusunda yanlış tanılarda bulunuyor. İktidâr ve tahakküm hırsı bu deneyimi başkalarının acılarıyla ilişkilendirmesinde onu başarısız kıldı.

Tarih kolektif cinayetler için alibiler sunmayı sürdürüyor. Uzlaşı yenilgi olarak kabul edildi, zira bu kavgada bir yenen ile yenilen olmak zorundadır. Yengi ve yenilgi üzerine inşâ edilen bu büyük kapışmada bükülmüş tarihsel referanslar büyük bir tutkuyla kullanılıyor. Gündelik basit eylemler bile aşırı dercede antagonizmler yaratmak adına politize ediliyor. İdeolojik militan tavır ve tarihsel referanslar arasında boğulmak yüzünden gerçek bağlamından koparılmış o kadar çok konu var ki, mesela kadın konusu bu kavgada yüksek dozda politik radyasyona maruz kalmış bir olgudur. Hele cinsellik baştan sona ideolojik bir eylemdir. Bence cinsiyetler arasındaki karşıtlar birliği ancak erkeğin birazcık dişileşmesi ve kadının birazcık erilleşmesi yoluyla sağlanabilir, burada kastedilen erkeğin kadının dolayımıyla kendilik bilinci kazanması ve vice et versa bir süreçtir.

Tarih, mitlerden söylencelerden ve kahramanlık anlatılardan oluşan bir metafizik makro evrenden oluşuyor. Ruhlara senelerce enjekte edilen eski mitleri sorgulamanın zamanı çoktan geldi ve geçti bile. Üstelik mitlerin işgal ettiği alanlar özgürleştirici kimlikler ve aidiyetler bağışlayan alanlar değil. Kimlik ve aidiyetler zaten ötekini dışarıda bırakan sınırlayıcı ve dışlayıcı içkinlikleri anlamında sadece negatif özgürlük algıları bağışlayabilirler. Kimlik bunalımı yaşayanlar kendilerine şanlı tarih anlatılarından yeni aidiyetler kotarma arayışı içindeler. Paternal kapitalist tarihçi kompleksin yontulmamış halini temsil eden bu söylemler düşmanlık ve ötekileştirme düzeneklerine kusursuzca akıtılıyor. Neo sömürgecilerin yerel işbirlikçileri hâlâ değişmeceli olarak anakronik bir tarihselliğin göğüslerden süt emiyor.

Çatışmalara dair daha derinlikli bir altyapı sunmak için varolan tarihsel algıların değiştirilmesinden çok tarihsel perspektifin tümüyle elden bırakılması gerekmektedir. Uzlaşı ancak tarihsel referansların gücünün azaltılmasına bağlıdır.

Kimliğin politik inşâsı, dünyevi otoritenin hâkimiyeti Tanrı adına kullanması aracılığıyla yapılıyor. Hâkim kodları kolektivist kültürün yeniden üretimi süreçlerine eklemlenen teokratik proje, rıza ve minneti içselleştirmiş, sorgulamayan kaderci, vasat bir insan tipolojisi yaratmayı başardı. Bu vatandaş tipolojisinin inşâ edildiği yer, aslında insanlaşma sürecinin kesintiye uğradığı yerdir. Çünkü teokratik projenin türevleri bir yaşam ve yaşatma felsefesi sunmaktan çok bir ölüm felsefesi sunuyorlar. Çünkü tahâkküm ve iktidâr ilişkileri adına estetize ettikleri böylesi bir Tanrı’nın uğruna ya ölür ya da öldürürsünüz. Günümüzün problemi bence Tanrı’dan kurtulmak değil, ölmeyi ve öldürmeyi buyuran Tanrı’dan kurtulmaktır. İyiliğin tanrıları, savaşlar ve şiddetle dolu bir soykütüğün mirasçısı kötücül tanrılar karşısında ne yazık ki kenara çekilmiş görünüyorlar. İyicil tanrılar cam fanusun içinden çıkmaya çalışan kelebeği sadece izlemekle yetiniyorlar.

Berlin duvarı yıkıldıktan sonra oluşan yeni dünyada mücadelenin artık ideolojik ve ekonomik değil de kültürel olacağı kabulü ile hareket edenler, yeni kimlik ve aidiyet arayışlarının insanlığı bir medeniyetler çatışmasına sürükleyeceği öngörüsünde bulundular. Pek de haksız sayılmazlar, zira bu olası çatışmanın kökeninde anakronik tarihçi tutumun yansımaları yatıyor. Medeniyet çatışmasının kökünde bir ikili daha var: kökten(din)cilik ve neo-liberalizm, bu ikili adeta yeni bir hayat alanı sözleşmesi (contrat de survie sociale) imzalamış durumdadır.

Biyolojik evrimde insanın iki ayak üstüne doğrulması her neyse marksizm de bu bağlamda insanlığın ulaştığı sosyal evrimin en üst aşamalarından biri olarak kabul edilebilir. Çünkü marksizmin insanın sosyal evriminde karşılık geldiği evre, ilâhî iradenin sorgulanmasıyla birlikte insan beynine bir anıklık bağışlandığı aydınlanma evresidir. Aydınlanma devriminin uzun gölgeleri bir çok toplumda kaybolmaya başlayalı beri mitler, otoriter-totaliter kültürün metastazı olan barbarlıkla dolu başka bir (sözümona) uygarlık tarihini yıkıntıların altından kurtarmak için işlevler yüklendiler.

Mahalle miti bu amaç için, o güne kadar toplumun sırtından geçinen ve onun özgür hareketini kötürümleştiren asalak devlet tarafından emilen tüm güçleri toplumsal göreve geri iâde etti. Şiddet kültürünün arka bahçesi olması bakımından mahalle devleti sorgulamaz aksine erk ilişkilerini mikro bir evren içinde yeniden üretir. Bu anlamda mahalle sistemin yerel düzeyde gerçekleşen yeniden inşâsıdır. Mahalle, kapalı devre sosyalliğin, içine doğdukları evden, sınıftan, söylemden bir türlü kurtulamayanların, ideolojik kanona körü körüne bağlı olanların yaşam alanıdır. Despotik bir imleyene bağlı ahlâk kodlarının dışında bir yaşam tarzının pek mümkün olmadığı mahalle, aslında arzunun akışkanlığını kesen bir habitat biçimidir. Mahalle ötekine vahşi bir aynılıkçılık dayatır. Oysa insanlık ortak bir Tanrı’ya inanmaya başladığı ve ortak söylemleri besleyen kolektif algılara sahip olduğu zaman ölür. İktidâr ızgarasının içinde mahalle kontrol toplumunun önemli bir enstrümanıdır da aynı zamanda. Devlet Foucault için kontrol toplumunun bir aracıdır. Bence devlet ya da genel anlamda erk, kendini mikro iktidâr ilişkileri içinde yeniden üreten bir olgu. İşte aile ve mahalle toplumsal doku içinde mikro iktidar mitleridir. Şiddetin mikro evreni bir yer olması bakımından aile, mahalle, okul ve kışla sistemin yeniden üretildiği ve işlerliğinin test edilmeye çalışıldığı kurumlardır, orada küçük yaşlardan itibaren zihinlerimize tecavüz edilir. Tecavüz cinsel ilişkiye zorlanmak anlamında kullanılmamıştır, zihinde tahâkküm kurmak anlamında kullanılmıştır.

Müslüman dünyanın parçalanıp mezhebî bileşenlerine ayrılmasıyla birlikte bazı saçaklarının radikalleşmesiyle ortaya çıkan köktendincilik, şiddetin görsel şöleni eşliğinde bir korku imparatorluğu kurarken militanını ideolojik ve dini kanona körü körüne bağlı mahallenin umutsuz delikanlısından devşirdi. Bu delikanlı aynı zamanda faşizan kitle mobilizasyonunun baş kışkırtıcısıdır. Kadim bir azametten (Osmanlı) ufalanmaya ve aşağılanmaya sert geçişler yapmak zorunda kalan Türk-İslam mahallesi mahallenin delikanlısına beş yüz küsur sene öncesinin fetih fantazmaları ve tarihin paslı sayfalarından bulup çıkarılan mikro zaferleri ile bükülmüş bir tarih bilinci ve çarpık bir aidiyet sunmaya çalışıyor. Resmi tarih, bir çekirdek metropol ile periferiden oluşan modern imparatorlukların dağılma süreçlerinde başvurdukları kavramsal bir icattı. Mahalle iktidar-taraftar/merkez-çevre düaliteleri ilişkisinde periferiyi temsil eder. Her taşkının yayıldıkça sığlaştığı savından hareketle iktidârın da (merkez) mahalleye (periferi) yayılırken sert çekirdeğini kaybederek sığlaşacağı öngörüsü bazı mahallelerde gerçekleşmez. Bu, erkin hedef kitleyle arasında katharsis bir ilişki kurması nedeniyle böyledir. Kendisini erkin temsilcisi olan liderlerinin yerine koyan mahalleli, ruhsal bir arınmaya kapılarak liderleriyle, dolayısıyla erkle bütünleşti. Zamanla liderler ile mahalleli arasında klientalist bir ağ oluştu. Bu meta alışverişi üzerinden toplumsallık kazanan iktidâr ve tahâkküm ilişkileri erkin mahalledeki sert çekirdeğini kaybetmesini engelledi. Gettolarıyla sömürü mekânları arasında mekik dokuyan yoksul kitlenin siyaseten sınıfsallaşamaması işte erkin bu Makyavelci pragmatizmi nedeniyledir.

Herkesin telefon, tablet, kitap ve bilgisayarının arkasında özel bir yaşam alanı ve mahremiyet kurmak istediği modern yalnızlık çağında kamusal mekânlar saygınlıklarını ve güvenirliklerini giderek yitiriyorlar. Şiddet bu anlamda kamusal mekâna kaybettiği saygınlığını yeniden kazandırmak için araçsallaştırıldı ve iktidârın heryerdeliğinin açık bir tezâhürüne dönüştü. Şiddetin görünen ve görünmeyen türevleri hayatın her alanına sızmış bulunuyorlar.Tanrı insanla konuşmaz ve sorularına yanıt vermez, Tanrı’nın sonsuz suskunluğu bu anlamda göksel şiddetin bir görünümü olarak çaresiz insanın gündelik yaşamına yansıyor. Ölüm de bir bakıma ilâhî şiddetin bir yansımasıdır. Ölümü bir son ya da tükeniş değil de bir süreklilik (continum) olarak görenler ona özgürleştirici atıflarda bulunuyorlar. İnsanın ölümle baş edememekten dolayı içinde birikmiş olan zehri ya da hiçlik enerjisini akıtmaya ihtiyacı var, insan işte bu yüzden içinde yıkım ve şiddet eğilimleri taşır. Şiddet bu bakımdan negatif enerjiyi dışarıya deşarj etmenin bir ifade şekli ve aracı olarak ortaya çıkıyor. Şiddeti bir süreç ya da değişik olguların bir sonucu olarak temellendirmek kaygısı uygarlığın tıkandığına, insanın çaresizliğine, onun ruhsal özürlü bir varlık olduğuna dair bir tanıklıktır. Onun acz ve cüz ile sınırlanmış zavallı bir varlık olduğuna dair nihilist felsefi çıkarım, bu bağlamda insana daîr savlanabilecek en anlamlı fikirdir.

İnsan kendi egosuna uygun bir ibadet biçimi olarak erk-seviciliğini özüne yerleştirdi. Edebiyat ve sanatı erkin estetik metalarına dönüştürdü. Oysa edebiyat hâkim siyasi kodların dışında bir anlatımı yeğlemelidir, yazın bu anlamda biraz direniştir de, Dosteyevski’nin yeraltısı bu anlamda bir direnme biçimi olarak değerlendirilebilir.


alıntı: mevzuedebiyat.com sitesi

.

Hiç yorum yok: