10 Haziran 2019 Pazartesi

Tüketim Kültürünü Eleştiren Filmler

.

Tüketim Kültürünü Eleştiren Filmler
Ecem Şen

Yönetilenlerin sistem içerisinde hayatta kalabilmek için aynılaşmasının gerektiği bir düzende farklı olma güdüsünü ise tüketim karşılar. Birbirine zıt görünen ancak birbirini doğrulayan bu durumda, her gün sabah 8 akşam 5 çalışan bir bireyin onunla aynı hayata sahip olan bütün o topluluktan farklı olacağı yanılsamasını tek bir reklam verebilir. Bu parfümü kullanırsan, geçtiğin her yerde insanlar sana bakacak (fark yaratma), bu araba sana kendini ulaşılmaz hissettirecek! Nesnelerin ya da işlevlerinin değil, mutluluğun ve kısa süreli hazların satıldığı yeni dünya düzeninde bir içecek markasının sloganının mutluluk bu kapağın altında olmasına şaşırmamak gerekir. Çünkü her marka farklı ürünlerle aynı şeyi satıyor: mutluluk. Buna ihtiyacımız var. Çünkü elimize para verilirken mutluluğumuz alındı, şimdi ise o parayla bir mutluluk simülasyonunu durmaksızın satın almaya çalışıyoruz. Bu listede sizler için tüketim kültürünü eleştiren 10 etkileyici filmi sizler için derledik.

They Live

John Carpenter’ın yönetmenliği üstlendiği They Live, sistem eleştirisinin sinemadaki en güzel tasvirlerinden biridir. Baş karakter Nada, bir gün bulduğu gözlüğü taktığı anda her şeyi, tüm çıplaklığıyla görmeye başlar. Reklam panoları, insanlar, medya, tüm propagandalar gözüne olduğu gibi gözükmeye başlar. Daha önce farkına varmadığı bu ayrıntıları gördükçe sistemin onları nasıl köleleştirdiğinin ve tektipleştirdiğinin farkına varır. Sistemin insanları uyutmak için nasıl hunharca çalıştığını gözler önüne seren film distopik filmler içerisinde belki de en korkutucu olanıdır.

Wall-E

Yönetmenliğini ilk uzun metraj animasyon çalışması Finding Nemo ile Oscar kazanan Andrew Stanton’un yaptığı Wall–E, gelecekte insansız bir dünyayı tasvir ediyor. Dünya aşırı kirlenme sebebiyle çöp yığınına dönüşmüş; doğa da bundan nasibini alarak kirliliğe yenik düşmüştür. Wall-E ise bu çöpleri temizlemekle görevlendirilmiş bir robottur. Sıradan hayatı Eve ile tanışınca değişecektir. Sinema tarihinin en önemli animasyonlarından biri olan Wall–E, kapitalizmin karşısında daha güçlü durmamız gerektiğini masalsı bir dille anlatır.

99 Francs

Jan Kounen’in yönetmenliğinde bir reklamcının, sistemin ne denli kölesi olduğunu fark ettiği bir anda yaşadığı patlamayı ve hayatındaki değişimi konu eden 99 Francs, reklam sektörüne dair kıymetli bir taşlama. Jean Dujardin’in başrolünde olduğu film, kapitalizmin tüketiciye ürün değil mutluluk yanılsaması sattığının önemli bir kanıtı.

Truman Show

Jim Carrey’nin kariyerinin dönüm noktası kabul edilen, nice izleyiciyi kendisine bağlamış Truman Show, pek çok açıdan incelemeye tabi tutulmuş, nice okuma imkanını bünyesinde barındıran bir film. Genellikle Platon’un mağara alegorisi ve günümüz toplumunda mütemadiyen gözetlenerek yaşamamız -başka deyişle güvenlikleştirme- üzerinden ele alınan, nükteli yaklaşımıyla izleyiciyi çağdaş dünyayla ilgili düşüncelere sevk ettiği kadar da güldüren Truman Show, her şeyi tüketen bir toplumun ulaştığı son nokta olarak değerlendirilebilir.

Neon Demon

Güzelliğin her şey değil, tek şey’ olduğuna inanan ünlü moda tasarımcısının (Alessandro Nivola) defilesinde, fonda Cliff Martinez’in saykodelik elektronik müziği eşliğinde, neon ışıklar ve üçgenler arasından sahneye çıkan Jesse; bir nehrin kenarında su içmek için eğilen ve o esnada sudan yansıyan yüzü ve vücudunun güzelliği karşısında büyülenen Narcissus’tur artık. Kendi güzelliği tarafından hipnotize edilerek baştan çıkarılan Jesse nihayetinde ‘onlar’ gibi bir narsiste, ‘neon şeytana’ dönüşmüştür.

Trainspotting


Uyuşturucu etkisini büyülü gerçekçilik akımı çerçevesinde başarılı bir şekilde kullanan ve tüketim kültürüne yönelik eleştiriler sunmayı ihmal etmeyen Trainspotting’den bahsetmeden olmaz. Filmin en unutulmaz sahnelerinin uyuşturucunun etkisindeki karakterlerin halusinasyonlarının ve hislerinin görselleştirildiği sahneler olduğunu söylemek mümkün. Bu durum elbette izleyicinin hislerini daha rahat anlamasına ve daha kolay özdeşim kurmasına sebep oluyor. Danny Boyle’un yönetmenliğini yaptığı Trainspotting, devam filmi olan T2’de aynı muhteşemliği yakalayamasa da ilk filmin sıcaklığını sürdürmeye devam ediyor.

Into the Wild


Sean Penn’in Jon Krakauer’ın 1996 yılında yayımlanan kitabından 2007 yılında beyazperdeye uyarladığı Into the Wild, üniversiteden yeni mezun olan Christopher’ın yaşamındaki tüm sorunları elinin tersiyle itip kimliği de dâhil olmak üzere sahip olduğu her şeyden vazgeçerek yalnız başına adım attığı yolculuğunu aktarıyordu izleyiciye. Gerçek bir yaşam öyküsü olan bu hikâye, hepimizin için için arzuladığı; ancak hiçbirimizin türlü sebeplerle ulaşamadığı bir hikâye olması sebebiyle pek çoğumuz için ayrı bir yerde durur. Şehrin ışıklarından, gürültüsünden, kokusundan, kalabalığından sonsuz dek kaçmak; hayatını kendi başına deneyimleyebilmek isteyen herkesin hikâyesi.

Der Siebente Kontinent

Terfi eden Georg eriştiği yeni imkanlarla arabasını değiştirir, çünkü toplumda statü kazanabilmek yalnızca pozisyon değişikliğiyle mümkün olamamaktadır. Marx’ın Kapital’inde bahsettiği meta fetişizmini gündeme getiren bir film Der Seibente Kontinent. Tüketim ürünlerini amacı dışında statü için kullanmak, insan benliğinin nesneler tarafından yönetilmesine yol açmaktadır. Bir yanda yarattığı metaya yabancılaşan işçi sınıfı, diğer yanda yaratılmışı yücelten  tüketici bir  toplum… Meta fetişizmi filmde evdeki eşyalara fazlaca odaklanılmasıyla da kendini hissettirir. Henüz küçük bir kız olan Eva’nın bile benliğine işlemiş olan meta fetişizmi kendini en ufak bir diyalogta dahi gösterir. Haneke imzalı Der Seibente Kontinent, tüketim toplumu üzerine izlenmesi gereken önemli filmlerden biri.

Fight Club

Fight Club’ın baştan sona anlattığı konuya kısaca değinirsek, Edward Norton’ın canlandırdığı anlatıcı, Ikea kataloglarından hayranlıkla seçe seçe, satın ala ala dekore ettiği evinden kurtulmak istemektedir. Çünkü meta fetişizmi anlatıcıyı esir almış, elini kolunu bağlamıştır. Evinden kurtulmanın bir yolu da evini tamamen patlatmaktır. Ancak toplum içinde yer aldığı sosyal benliğiyle bunu gerçekleştiremez, toplum ona bunu yakıştıramayacağı için o da kendisine yakıştıramaz ve bu sorumluluğu alter egosu olan Tyler’ın üzerine yıkar. Böylece anlatıcı kendisini habersiz bir şekilde felaketin ortasında bulur. Tyler ona özgürlüğü sunmuştur. Bu durum da Fight Club’ı etkileyici bir tüketim kültürü eleştirisi konumuna taşır.

alıntı: filmloverss.com


Hiç yorum yok: