.
PARÇALAR HALİNDE : İKİ BERLİNLİ [ TEZER ÖZLÜ - UNICA ZÜRN ]
Hilmi Tezgör
“„Yabancı bir toprakta ölmek‟ – bunu bir yerde okumuştu ve hiç unutmamıştı. Ah! Bir
akşam olsa! Ama kuşlar hala şakıyor ve güneş batmak istemiyor. Yalnızca hava karanlıkken
ölümle yüz yüze gelme cesaretinin olacağını biliyor.” (KB, 70)
Bu sözler, 1916 Berlin
doğumlu ressam ve yazar Unica Zürn‟ün Kara Bahar (Dunkler Frühling) isimli anlatısından.
12 yaşında umutsuzca aşık olan, ama karşılık alamayacağını bildiğinden, pencereden
atlayarak intihar etmeye karar veren bir kız çocuğunun büyüme sancıları ve içinden geçenler
tüm açıklığıyla aktarılıyor bu kitapta. Burada kızın “yabancı bir toprakta,” yani komşunun
bahçesine düşerek ölmek istemesinin nedeni, öfke duyulan anne ve babaya daha büyük bir
şok yaşatmak. Ve bu satırların yazarı Zürn, kitabın yayımlanışından sadece bir yıl sonra
pencereden atlayarak intihar ediyor. Üstelik gerçekten de „yabancı topraklarda‟; Berlin‟de
değil, sevgilisinin Paris‟teki otel odasından ölüme atlıyor.
Tezer Özlü de „yabancı topraklarda‟ ölüyor, ama bu onun tercihi olmuyor. Kısa hayatı
boyunca intihar düşüncesini yazdıklarında taşıyan, Hans Peter Marti ile yaptığı mutlu
evlilikten sonra İsviçre pasaportunu masaya vurarak kahkahalar atan ve “gericilerin kağıtları
kendilerinin olsun” diyen Özlü, Zürih‟te kanserden ölüyor. Kendi topraklarını, özellikle de
arkadaş çevresini hep özleyen ama kararından dönmeyen yazarı ölüm, tam mutlu olmuşken
yabancı topraklarda buluyor.
Yazdıklarında Zürn‟den söz etmemiş olsa da Tezer Özlü‟nün onu Almancadan
okumuş olması mümkün. Berlin‟in Grünewald semtinde yaşamış olan Özlü ve Zürn‟ün
yazdıkları arasında, otobiyografik özelliklerin çok ağır basması, ama daha fazla,
fragmental/parçalar halinde olmaları bakımından benzerlikler olduğunu düşünüyorum.
*
Unica Zürn, kendi deyişiyle “harika” bir çocukluğun ardından evlerinin satılması ve
anne-babasının boşanmasıyla yokuş aşağı giden bir hayata yuvarlanıyor. Okulu bırakmak
durumunda kalıyor ve hayatını kazanmak için gazetelere kısa öyküler yazıyor, sekreterlik ve
arşivcilik yapıyor. 1942‟de evleniyor ve iki çocuğu oluyor; ancak 1949‟da boşanınca
çocukların vesayetlerinin babasına verilmesini engelleyemiyor.
1953‟te, yani 37 yaşındayken bir rastlantı sonucu 51 yaşındaki sanatçı Hans
Bellmer‟le tanışıyor. Yaşadıkları tutkulu ilişki onları Paris‟e sürüklüyor ve güç koşullarda
2
birlikte olmaya başlıyorlar. Bellmer o sıralarda oldukça saygıdeğer bir sanatçı; erotik resimler
yapıyor ve fotoğraf çekiyor. Kırılmış, yırtılmış, kesilip parçalanmış ve garip biçimlerde
yeniden birleştirilmiş oyuncak bebek fotoğrafları... Bellmer sevgilisini her bakımdan
destekliyor, onun resme ve yazıya devam etmesini sağlıyor; Zürn de anagramlar yazıyor. Der
Mann im Jasmin [Yasemin Adam] isimli kitabında anagramı şöyle tarif ediyor: “Anagramlar,
bir sözcüğün ya da cümlenin harflerinin yer değiştirmesiyle oluşan sözcük ve cümlelerdir.
Ancak sadece olan harfler kullanılabilir ve hiçbir harf boşta kalmamalıdır.” Bazen bir çocuk
şiirinden ya da bir deyişten yola çıkan Zürn için anagram bir “arama ve bulma” ve gündelik
dilin dışında, kendi mesajını taşıyabilen “yeni bir dünya kurma” oyunu. Parçaların bir araya
getirilmesiyle rastlantılara açık, ancak ruh haline de bağlı bir oyun. Dolayısıyla anagram
yazmakla Bellmer‟in bebekleri parçalayıp yeniden birleştirmesi arasında bir paralellik
kurulabilir elbette; tabii Zürn‟ün, Bellmer‟in bebekleri için kanlı canlı bir model
oluşturduğunu da vurgulamak gerekir.
1953-57 arasında resimleri sergilenen Zürn sanat
çevrelerine giriyor; Andre Breton, Marcel Duchamp gibi Fransız gerçeküstücüleriyle tanışıyor
ve bu sırada 123 anagramdan oluşan ilk kitabı Hexentexte [Cadı Yazıları] yayımlanıyor.
1960 başlarında ilk defa şizofrenik belirtiler gösteren sanatçı 1961-63 arasında
defalarca Berlin ve Paris‟teki kliniklerde kalıyor. 1963‟te Fransız ressam/şair Henri Michaux
ile tanışıyor. Michaux‟yu çocukluğunda hayalini kurduğu ideal koca, bir başka deyişle
mucizevi „Yasemin Adam‟ olarak görüyor. Bu mucize ya da şok karşılaşma ona Yasemin
Adam‟ı yazdırsa da bu kısa yakınlık sonrasında kendini ruhsal olarak bir daha asla
toparlayamıyor ve kliniklerden çıkamıyor.
1967‟de Almanya‟da sevgilisi Bellmer ile birlikte ilk büyük resim sergisini açtıktan
sonra iyileşme belirtileri gösterse de Bellmer 1969‟da kalp krizi geçirip yarı felç olunca yine
hastaneye kaldırılıyor. 18 Ekim 1970‟de birkaç günlüğüne hastaneden çıkarıldığının ertesinde
Paris‟e, Bellmer‟e gidiyor ama konuşmaları sonunda onsuz kalacağını anlayınca, altıncı
kattaki dairesinden atlayarak intihar ediyor. Tıpkı Kara Bahar‟ın küçük kahramanı gibi:
“Pencere kenarına çıkıyor, kanadın kirişine tutunuyor ve son bir kez daha aynadaki gölge
gibi yansımasına bakıyor. Kendisini sevimli buluyor. Kararlılığına bir parça pişmanlık
karışıyor. “İşte bitti,” diyor sessizce ve ayağı daha pencere kenarından ayrılmadan öldüğünü
hissediyor.” (KB, 75)
Zürn gibi Özlü de ruhsal çöküntüleri yüzünden psikiyatri kliniklerinde yıllar geçirmek
durumunda kalmıştır. Bu süreçler her ikisinin de yazdıklarına yansımış, hatta temel
izleklerinden bir tanesi olmuştur. Bir başka izlek ise intihardır. Özellikle Kara Bahar ve
Yaşamın Ucuna Yolculuk, ki her ikisi de sanatçıların yayımlanmış son kitaplarıdır ve her ikisi
3
de birer büyüme öyküsüdür, intiharın somutlaşma sınırına dayandığı ya da somutlaştığı
metinlerdir. Ancak önceki yazdıklarında da intiharın izleri sürülebilir: “Ölüm düşüncesi
izliyor beni. Gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir nedeni yok.
Yaşansa da olur, yaşanmasa da. Bir kaygı yalnız. Beni, kendimi öldürmeyi denemeye iten bir
kaygı.” (ÇSG, 12)
*
Unica Zürn‟ün yaşantısının son on yılını kapsayan hastalığı yazdıklarını oldukça
etkilemiş ve otobiyografik metinler ortaya çıkarmıştır. Bunlara hayal, fantezi, düş, yanılsama
ve sinir krizlerinin gölgeleri düşmüştür, ancak yazma serüveninin ona bir rahatlama
sağladığını söylemek doğru olmaz. Türkçedeki tek çevirisi olan Kara Bahar bir büyüme
öyküsüdür ve tamamen otobiyografiktir. Burada kendi saplantılarının (aşık olunan baba,
nefret edilen anne, mazoşist ve masturbatif ritüeller) izini sürer. Yasemin Adam kitabında ise
merkezde, hayalindeki ideal koca Henri Michaux vardır. Ancak öte yandan, hep aşık olunmuş
baba figürü ise 55 yıllık hayatının 17 yılını -sayısız ayrılıklarla da olsa- birlikte geçirdiği Hans
Bellmer‟dir.
Aynı Zürn‟ün yazdıkları gibi, Tezer Özlü‟nün bütün yapıtları da -öyle olduğu yazarları
tarafından dile getirilmemiş olsa da- otobiyografik özellikler taşımaktadır. Anlattıkları,
yaşanmış anlar ve tecrübelerdir; mekan, zaman ve kişiler çoğu zaman detaylarına kadar aynen
aktarılmıştır. Her iki yazarın da günce-roman arası, adeta bir alt-tür ortaya çıkardıkları
söylenebilir ve dünya edebiyatında bu türden başka metinlere de rastlamak mümkündür.
*
Yabancı topraklar, egzotik diyarlar yolculuklar, kaçış… Ne derse densin, tüm bunlar
Özlü ve Zürn‟ün yapıtlarının bir başka temel izleğidir. Özlü hep yolculukları özlemiş,
çocukluktan kurtulmasıyla bunları gerçekleştirmiştir. Farklı topraklarda hayatın coşkusunu,
sevgiyi, aşkı tatmış; sevdiklerinin iç yolculuklarını kendisininkiyle kesiştirmiş, hayatın
boğucu yanını hem anlamanın hem de aşmanın peşine düşmüştür. Çocukluğun Soğuk
Geceleri‟nde Attila İlhan‟ın Sisler Bulvarı onu yolculuklara çıkarır ama gerçekte en çok
gittiği ve kaldığı yerlerden bir tanesi Berlin‟dir. İstanbul‟a benzetir bu şehri, “ayrılır ayrılmaz
çok özlenmesi” nedeniyle. Berlin‟i iyi tanır, iyi tanımlar: “Hiçbir kent insana Berlin kadar
ölümü, hiçbir kent insana Berlin kadar yaşamı düşündürtmüyor. Her duvar dar. Her duvar
kapalı. Her duvar insanın üzerinde bir baskı. Bu kentin her yerine daha önceki duvarlarımla
birlikte gidiyorum.” (YUY, 15)
Zürn içinse dünyanın rengi asker babasının getirdiği hediyelerde saklıdır. Hayatın
güzelliği, coşkusu oradan gülümser yazara; onu çağırır. Kalkıp gitmese de hayallerinde
4
dolaşır dünyayı. Kara Bahar‟da Jules Verne‟in Denizler Altına Yirmibin Fersah kitabı
hayallere sürükler onu. Cooper‟in Mohikanların Sonuncusu‟nu ezberler. Berlin‟den çıkıp
gidebilse belki de hayal kırıklığı yaşayacaktır ama yine de gitmeyi düşler. Düşler ama gitmez,
ta ki Bellmer‟le tanışana kadar: O gün hiç düşünmeden sevgilisinin peşinden Paris‟e gider.
*
Unica Zürn‟ün anagramlardan oluşan Cadı Yazıları -demin açıklamaya çalıştığım gibi fragmantal,
yani parçalar haline bir yapıttır. Yasemin Adam da benzer özellikler gösterir.
Tezer Özlü‟nün yapıtının büyük bölümü de parçalardan oluşur. Öyküleri zaten parçalar
halindedir. Birer başlangıçları, gelişimleri ve sonları olsa da, Özlü‟nün zaman, mekan ve
ruhsal bakımdan parçalanmış yaşantısının yansıması, iki romanında da görülür. Gidiş-gelişler,
zaman ve mekanda sıçrayışlar, başka kitaplardan yapılan alıntılar, bilinç akışları, düşünce
parçacıkları, gezi dökümleri, epifaniler, günlükler, tek tek cümleler, hatta Kalanlar kitabında
bulunan “İşte beğendiğim insanlar” başlıklı bir liste… Tüm bunlar Özlü‟nün öykülerinin yanı
sıra romanlarında da karşımıza çıkar.
*
Özlü ve Zürn yazdıklarında sevgi isteği ve cinsellik konusunda bütünüyle açık
sözlüdürler. Yaşananlar sonrası boşluk ve yalnızlık hissi de her iki yazarda vurgulanır. Özlü
“Her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin bitişinin getireceği boşluk ve yalnızlık ile dolu.
Belirsizlikler arasında belirlemeye çalıştığımız yaşam gibi. Sevgi isteği, kendi kendine yaşamı
kanıtlama dileği kadar büyük. (…) Birisiyle yan yana olmak, kendi var oluşumu unutmak mı.
Ya da daha derin algılamak mı. Kendi var oluşum. Her var oluş kendisiyle birlikte ölümü
getirmiyor mu.” (YUY, 11) derken Zürn‟ün küçük kızı, mastürbasyon sonrasında hep boşluk
ve yalnızlık içinde kıvranır: “Başka hiçbir şey düşünemiyor. Ne yazık ki bu sık sık tekrarlanan
zevk anlarını kasvetli bir boşluk takip ediyor. Onu gerçekten bütünleyecek bir şey arıyor ama
bulamıyor. Her şey sahte.” (KB, 30) Kendinden çok büyük bir erkeğe duyduğu karşılıksız
aşktan öğrendiği ise şu: “Birisini çok sevmek tam bir boyun eğmişliği gerektiriyor.
Hareketsizlik ilkesini bir kural haline getirmeyi.” (KB, 57)
Öte yandan, ensest ilişki de her iki yazarda varlığını bazen kuvvetle hissettirir. Kara
Bahar‟daki kız, erkek kardeşinin tecavüzüne uğrayacaktır: “Kendisini onun elinden
kurtaramıyor. Onu küçümsüyor çünkü o çok genç. Erkek kardeşi kendisini kızın üstüne atıyor
ve „bıçağıyla‟ (kız o şeye böyle diyor) kızın „yarasını‟ deliyor. Kız keskin bir acı hissediyor,
başka hiçbir şey. Utanç ve hayal kırıklığı hissediyor.” (KB, 27)
*
Baba figürü, gerek Özlü gerekse de Zürn için önemli ve belirleyicidir. Kara Bahar
şöyle başlar: “Babasının pes bir sesi ve gülümseyen kara gözlerinin üzerinde güzelce kıvrılan
gür saçları var. Kızını öptüğü zaman sakalları yüzüne batıyor. Sigara, deri ve kolonya
kokuyor. Çizmeleri gıcırdıyor ve sesi koyu ve sıcak. Adamın sevgi gösterisi tutkulu ve aynı
zamanda hoş. Beşiğinde yatan küçük şeyi mıncıklıyor. Bu ilk andan itibaren kız onu seviyor.
Kızın doğması üzerine cepheden dönüyor. Kızın adamla ilgili edindiği ilk izlenim varlığına
işliyor ve hiç unutulmuyor. Onu özlüyor.” (KB, 10) Ve bu durum babasının kızına hanım
efendiymiş gibi davranmasıyla büyüdükçe büyür; kız da babaya daha çok güven duyar ve o
uzakta olduğunda onun için endişelenir. İlk hayal kırıklığı ise, babasının başka bir kadını eve
getirmesi ve ona bakarken kendi varlığını unutmasıyla gerçekleşir. Büyüklerin dünyasından
nefret de işte tam bu anda başlar. Yine de babasının uzak ülkelerden getirdiği armağanlar,
örneğin arkadaşlarının hiçbirinde olmayan bir Kızılderili çadırı, kızın hayal gücünü
kamçılayarak onu bambaşka diyarlara götürür ve intihara kadarki süreçte yaşama tutunma
gücü sağlar. “Bu Kızılderili çadırını bırakıp gitmek ve Kızılderili Odasını bir daha
göremeyecek olmak onu aşırı üzüyor. Afrika‟dan gelme zehirli oklar! Altın ipliklerle ejderha
figürlerinin işlendiği Çin halıları. Arap oyma ahşap mobilyalarının girinti çıkıntıları. Burada
her şeyden daha çok sevdiği gerçek, hayal dünyası var.” (KB, 71) Tüm bunlar Kara Bahar
anlatısındandır ancak gerçek hayatında da zaten bunları yaşamıştır.
1931‟de anne ve babasının
ayrılmasıyla bu egzotik hediyeler haraç mezat satılmış ve tüm bu süreç Zürn‟de büyük bir
travmaya neden olmuştur.
Özlü‟deki baba figürü ise önce „Eski Bahçe‟de, sonra da Çocukluğun Soğuk
Geceleri‟nde karşımıza çıkar. Atatürk Köşesi yapan, serhat türküleri söyleyen, boşa yanan
lambaların peşindeki babanın, bunalan kızına verebileceği bir hayal dünyası, açabileceği bir
yeni kapı yoktur. Bir sevginin de tanığı olamaz kız. Zira babayla anne arasında hiçbir sıcaklık,
hiçbir sevgi yoktur, kalmamıştır; ya da hiç olmamıştır. Ama baba Zürn‟deki gibi çekip gitmez,
anne de onu “hiç sevmediğini her davranışıyla belli eder.”
*
Zürn, “Umuttan kurtuluş tam bir özgürlük demektir” diye yazar; Özlü, “Akıl ve
çılgınlık arasındaki ufak, yıldırım hızına sahip atlayışı sözcüklerle nasıl anlatabilirim?” diye
sorar. Unica Zürn ve Tezer Özlü yaşama coşkusu, sanat, akıl ve delilik arasında sıkışmış iki
güçlü kadındır. Edebiyat, kurmaca kimliğin daha geçerli olduğu bir coğrafyadır; okur da bunu
bilir ve metne buna göre yaklaşır. Her iki yazar da, sıkışıp kaldıkları alanda kurmacaya hiç
ihtiyaç durmadan kendi iç dünyalarını anlatmayı seçmişler, bir başka deyişle doğruyu
söylemişlerdir. Evet, onların hayatlarının gerçeği paramparçadır belki ama tüm bu parçaların
6
bir araya getirilmesi, hatta yeniden kurgulanması bile gerçek olandan başka bir şey
sunmayacaktır bize. Çünkü onlarınki “ıstırabın şiiridir.”
Kaynak: academia.edu
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder