DİNDEN PSİKİYATRİYE: DEĞİŞEN SOSYAL KONTROL SÜRECİNİN DOĞASI
M. Ruhat YAŞAR
Sosyal
kontrol, bireyin davranışlarını sınırlayıp yönlendirerek, toplumun norm ve
değerlerine uyumunu sağlayan bir süreçtir. Sosyal yapı içerisindeki karşılıklı
etkileşimlerinden dolayı, kültür, hukuk, bilimsel bilgi ve yaşanan toplumsal
değişmelerle, sosyal kontrolün değişen yapısı arasında yakın bir ilişki
bulunmaktadır. Bu süreçte, toplumsal yapının devamında hayati bir rol oynayan
sosyal kontrol, gelişen yeni teknikleri ile farklı kurumların konusunu
oluşturmaktadır.
Toplumun
norm ve değerleri, sapmanın tanımı kadar, bu tür davranışlara yapılan
müdahalelerin niteliğini ve etkinliğini de belirlediğinden, sosyal kontrol
süreci; toplumun, norm ve değerlerindeki, kültürel yapısındaki değişmelere
paralel olarak değişmektedir. Modernleşmeyle birlikte, seküler düşünceye
paralel olarak beliren, ölümden uzaklaşma ve daha fazla yaşam beklentisi hayatın tıbbileşmesine yol açmaktadır.
Modernleşmeye ve rasyonelleşmeye paralel olarak, bilim, ahlak ve dini bilgi
arasındaki ayrışma, kader algısını ve insan varoluşuna ait bilgileri
farklılaştırdığından sosyal kontrolün niteliği de değişmektedir.
Sağlık-hastalık nosyonunun, bilimsel bir bilgi gövdesi olarak artan bu
gelişimi, ahlaki değerlerden yaşam tarzımıza kadar birçok alanda şaşırtıcı
değişimleri beraberinde getirmektedir.
Toplumsal
yapının devamında önemli bir rol oynayan sosyal kontrolün önemli bir kısmının
gerileyen geleneksel ve dini kurumların işlevlerinin azalması neticesinde,
psikiyatriye devredildiğini görüyoruz. Bir anlamda, psikiyatrik kontrol, oto
kontrolün bittiği yerde ve sosyal kontrolün yetmediği yerde başlamaktadır.
Psikiyatrik kontrol, liberal politikaların bir uzantısı olan modern birey
nosyonuyla yakından alakalıdır. Sosyal kontrolün yapısında meydana gelen bu
değişmeler, maliyeti oldukça yüksek düzenlemeleri zorunlu olarak
gerektirmektedir. Bu kontrol anlayışı, tüketim kültürü nosyonuyla karşılıklı
ilişki içerisindedir. Demokrasinin, liberalizmin, sekülerleşmenin, eğitimin ve
insan haklarına saygının gittikçe önem taşıdığı modern dönemlerle birlikte,
sosyal kontrol anlayışı, fiziksel, şiddet ağırlıklı yaptırımdan biyolojik
ağırlıklı bir yaptırıma doğru gelişmektedir. Modern dönemde, tıbbın artan
önemi, psikiyatrinin, yerleşik bazı kurumların yerini alarak sosyal kontrol
üzerindeki belirleyiciliğini arttırmaktadır. Biyolojizasyon, sosyal sorunların
toplumsal kökenlerinden soyutlanarak psişeye, daha da ötesi bedene
yerleştirilmesini sağlamaktadır. Bu indirgeme, biyolojizasyonun, sosyal
kontrolü sağlayan bir ideoloji haline gelmesini ifade etmektedir. Bu durum,
sadece, sosyolojinin veya hukukun değil birçok sosyal bilimin işlevlerini de
muğlaklaştırmaktadır.
Sosyal Kontrol
Sosyalizasyon
sürecinin bir uzantısı olarak sosyal kontrol, kısaca, bireylerin topluma uyum
sağlamalarını, düzenin devamı için uygulanan yöntem ve süreçleri ifade eder.
Toplumsal kontrol bireyin üzerinde oluşturulan sosyal, psikolojik baskıyla
olabileceği gibi, bazen, düzenlenmiş boş zaman etkinlikleriyle, bazen de
verilen sosyal roller neticesinde davranışların, düşüncelerin dizginlenmesi
şeklinde olabilir. Sosyal kontrol, genelde, sosyal sapma bağlamında anlam
taşır. Sosyal sapma ise, toplumun genelinden, norm ve değerlerinden, yani,
normalden farklılaşmayı içerir (Fichter,1990:163-173).
Normallik,
anormalliğe göre tanımlandığından, psikiyatri; ruhsal, zihinsel ve davranışsal
anlamda normalle anormal arasında yaptığı sınıflandırmalarla, sosyal kontrol
içerisindeki ağırlığını arttırmaktadır. Mary Douglas'ın ifadesiyle, kullanılan
bu sınıflandırmalar yoluyla, evrenin donatıları, kontrol noktalarına
dönüşmektedir (Sayar,2000:122). Parsons'un analiziyle, hastalık, bir tür sapma
olarak değerlendirildiğinden, bir anlamda sosyal denetimi gerektirmektedir.
Normalliğin olduğu gibi, anormalliğin de bu şekilde çerçevelendirilmesi,
sınırlandırılması, anormal olanın fonksiyonel bir hale getirilmesini sağlar.
Durkheim'in suçla ilgili görüşlerine benzer şekilde, ruhsal hastalık,
beklentiler açısından, olağan rollerden bir sapmayı içerdiğinden, anormal olmakla
birlikte, suçtan bir ölçüye kadar farklı olarak, sınırlı, geçici ve
düzenlenebilir bir sapmaya izin verebilmekte ve sosyal sistemin, istikrarın
devamında fonksiyonel olabilmektedir.
Çatışmacı
açıdan bakıldığında ise, hasta rolü, toplumsal yapıdaki asıl gerilim ve sorun
alanlarını maskeleyerek statükonun devamına katkıda bulunur. Hasta statüsü,
yardım edilmesi gereken ve normallerden yardım alması gereken edilgen bir rolü
yüklediğinden, bu durum, hastaların sapmalarını izole eder ve marjinalleştirir.
Ayrıca, bu şekilde, ruhsal hasta rolü, bireylerin hapsedildiği toplumsal bir
hapishane meydana getirir (Demirci,1994:22-23). Bunun yanı sıra, hasta rolü,
bireylerin zorlandıkları roller ve hayatın zor yanları karşısında,
başarısızlığa uğradıkları anlarda, meşruluk kazanmalarına, kenarda durarak veya
suçlu olmadan sapmalarına fırsat tanır. Ayrıca, ruhsal hastalıklar, sonucu
oldukları toplumsal ve ekonomik çelişkilerin, gerilimlerin bireysel düzleme
indirgenmesine zemin hazırladığından sosyal çelişkilerin hasta rolüyle, ilaçla,
nihayetinde de tüketimle normalleştirildiği bir supap niteliği taşımaktadır.
Normallik,
en genel anlamıyla, toplumun, grubun genel eğilimlerinin bir ortalamasını ifade
eder. Sosyal kontrolün, sadece, sosyal sapmaları önlemeye çalışmadığı, aynı
zamanda, düzen içinde ilerlemeyi savunan bir normallik anlayışına da sahip
olduğunu belirtelim. Ancak, ilerlemenin bir çeşit anormallik olması, sosyal
kontrolle ilerleme arasında çelişkilere neden olmaktadır. Bir anlamda
farklılaşmanın, değişmenin ve ilerlemenin hafifletici bir sebep olarak sapmayı
normalleştirmesi cezanın sosyal kontrol amaçlı yaptırımını yetersiz kılıp
anlamsızlaştırdığından, yeni sosyal kontrol ünitelerinin gereksinimi ortaya
çıkmaktadır.
Sosyal
kontrolün en önemli parçasını, oto kontrol oluşturur. Sosyal kontrolle oto
kontrol arasındaki uçurum, ruhsal hastalıklarda belirleyici bir etkiye
sahiptir. Bir anlamda, sosyal kontrolün işlerliği, oto kontrolden geçer. Oto
kontrolün üssü olan zihniyet ise, sadece, değerler üzerinde değil, ayı zamanda,
beden üzerinde konumlandığından, sosyal kontrolün yönetimi, biyo-teknolojinin
iktidarına zemin hazırlayıcı bir imkan sunmaktadır. Örneğin, doğum, nüfus ve
cinselliğin kontrolünde gördüğümüz gibi, bedenin kontrol edilmesi,
içgüdülerimizin denetimini, ilaçların güdümüne sokma eğilimleriyle gündeme
gelmektedir ki, bu durum, ister istemez, değerlerin işleyişini de etkiler.
Böylesi bir ortamda, ahlak da, sosyal bilimler de, hukuk da tartışılır bir
noktaya gelmektedir. Bu anlamda, biyo-iktidar ilerledikçe, cüzi irademizle
etkide bulunduğumuz kaderimiz, yani doğamız bizim olmaktan çıkabilir.
Biyo-iktidar: Psikiyatri
Ruhsal
hastalıkların tanı ve tedavisiyle ilgilenen tıp dalına, psikiyatri adı verilir.
Bireylerin zihinsel, duygusal yapılarında, davranışlarında ve çevreye
uyumlarında ortaya çıkan bozukluklar, psikiyatrinin konusunu oluşturmaktadır.
Psikiyatri, son çeyrek yüzyılda, genetik, biyo-kimya ve farmakoloji gibi tıp
bilimlerinin yanı sıra, psikoloji, antropoloji, sosyal psikoloji ve sosyoloji gibi
sosyal bilimlerle de ilişki kurarak, hem sosyal hem de tıp bilimleri
içerisindeki konumunu güçlendirmiştir (Öztürk,1997:1-3). Psikososyal uyum, sadece sosyolojinin değil, psikiyatrinin de
önemli kavramlarından biridir. Menninger, Kreaplin'den bu yana geliştirilen
psikiyatrik tanıların, temelde, psiko-sosyal uyumu kriter aldıklarını belirtir.
Bu anlamda, anormallikleri bir bilim nesnesi olarak ele alan psikiyatri, hem
tanıda hem de tedavi sürecinde uyumu baz aldığından, ince bir sosyal kontrol
aracıdır. Sosyal kontrol ise, özünde, otoriteye yaptığı vurguyla realize
olduğundan, iktidar ilişkileri psikiyatrinin öncülüdür.
Bununla
ilgili olarak Foucault, "Delilik ve Uygarlık" adlı çalışmasında,
tıbbi psikiyatrinin 19. yy.'da, toplumda uyumsuzluk gösteren aylak, yoksul ve
suçluların çıkardıkları sorunları belirli bir mekanda sınırlandırma görevini
üstlendiğini belirterek, iktidarla psikiyatri arasındaki ilişkilere dikkat
çekmiştir (Sayar,1991:162). Dolayısıyla, iktidarın, toplumsal, kişisel hayatla
olduğu kadar, okullar, hastaneler, hapishaneler, boş zamanlar ve sosyal
bilimlerle de iç içe geçtiği ifade edilebilir. Psikiyatri, sahip olduğu
varsayımlarla, yarı sanat, yarı bilimsel bir bilgi içeriğine sahiptir.
Nietzsche'nin sallantılı iktidar ve çıkar çatışmalarına bağladığı bilgi ise,
Comte'un pozitif felsefesiyle evrene hakim olmanın ve onu kontrol etmenin
yegane gücü olarak iktidara sunulmuştur. Foucault, bilginin, hem güçle ilgili
olduğunu ve hem de onun etkisiyle üretildiğini belirtmiştir. Ona göre, psikiyatristler
ve psikologlar gibi ruh pratisyenleri, beden üzerine ürettikleri söylemlerle
bir güç teknolojisine katkıda bulunmuşlardır. Bu sayede disiplin, basit bir
ceza formu yerine, söylemin bütününe yayılarak etkin olmuştur (Newton
vd.,1997:74-76). Bu bağlamda, engizisyon mahkemelerindeki sorgulama ve delil
toplamayı, ampirik bilimlerin araştırma yöntemlerinin temel biçimi olarak
yorumlayan Foucault, gözlem (gözetleme) ve kaydı (fişleme), sadece bilimlerin
değil, iktidarların da önemli uygulama yöntemlerinden biri olarak
yorumlamıştır. "Engizisyon, toplumun temel iktidar bilme formudur. Deneye
dayanan hakikat, engizisyonun kızıdır; sorular sormanın, cevaplar verdirtmenin,
tanıklar toplamanın, ileri sürüşleri denetlemenin, olguları ortaya koymanın,
yönetimsel, adli ve siyasal iktidarının kızıdır. Tıpkı, ölçülere ve oranlara
dayanan hakikatin, Dike'nin kızı olduğu gibi" (Foucault,2001:53).
Bazı
siyaset felsefecilerine göre, din; vicdanlar üzerindeki kontrolüyle sosyal
düzeni sağlamaya yetmeyince, devlet, bir yaptırım gücü olarak ortaya çıkmıştır.
Bu bakış açısının bir sonucu olarak, günahlar yasağa, sosyal kontrol fonksiyonu
da vicdandan yasaya doğru gelişmeye başlamıştır (Mengüşoğlu,1992:277). Ceza
anlayışı, devletin merkezileşmesiyle birlikte gözetim ve denetim mekanizmasını
gerektirdiğinden, Julias'ın gözetim uygarlıkları dediği yönetim anlayışları da
yine bu sürecin bir sonucu olarak belirmeye başlamıştır. Foucault'a göre,
başlangıçta, gözetim ve hapis, nasıl ki, cezanın bir formu değildiyse,
iyileştirme de psikiyatrinin öncelikli bir amacı olmamıştır (Foucault,2001:68).
Deli, hasta şeklindeki etiketlemenin gücü, ortaya konan bilginin iktidarla
ilişkisine göre, siyasi bir nitelik taşır. Bu, sadece Batı tarihinde değil,
zaman zaman Doğu'da, Ortadoğu'da ve Osmanlı'da benzer bu şekilde olmuştur.
Örneğin, İslam Peygamberi'nin, muhalifleri tarafından deli olarak
etiketlenmesi, sadece, ortaya koyduğu vahyi bilgi nedeniyle değildi, aynı
zamanda bu yaftalama, bir iktidar sorunu olarak değerlendirilmişti. Ayrıca, Osmanlı
İmparatorluğu'nun bazı dönemlerinde, saraydaki iktidar kavgalarında, yaşanan
sorunların, bazı şehzadelerde ruhsal hastalıklara neden olduğunu ve deliliğin
de, "dışarının içerisine" hapsetmenin bir tarzı olarak siyasal amaçla
kullanıldığını görüyoruz. Yakın tarihimizde de, Meşrutiyetle birlikte, Toptaşı
Bimarhanesi'nin boşalıp, Meşrutiyetin kaldırılmasıyla tekrar dolmasını, bu
Bimarhane'nin başına getirilen Kastro'nun, V.Murat'ın "hallinde"
aldığı rolü, Mazhar Osman'ın, "hürriyet" diye bağıranları etiketlemesini
ve genel olarak da, siyasi mahkumların ve diğer uyumsuzların bimarhaneden önce
karakola götürülmesini de yine, bu bağlamda yorumlayabiliriz
(Yalçıner,2001:17-18).
Tarihsel
açıdan, toplumu, zararlı kişilerden korumak amacıyla gelişen psikiyatrinin,
sosyal kontrol bağlamında cezalandırıcı hukukla ve eğitimle olan ilişkisi,
sadece kapatma nedeniyle de değildir. Modern yönetim anlayışının cezalandırıcı
sisteminin, içinde eğitim kurumlarının da olduğu ıslah edici bir stratejiyi
benimsemesi, sapmanın psiko-sosyal tabanını bilmeyi gerektirmesi,
psikiyatrinin, cezalandırıcı hukukla olan ilişkisinde belirleyici olmuştur. Bu
anlamda, okul, hastane ve hapishane arasındaki yakınlaşma; kontrolün, cezadan
disipline ve bedenden de zihinlere kaymasıyla alakalıdır. Muhtemelen,
zihinlerin yapılandırılmasını ve kontrolünü hedefleyen eğitim, din, bürokrasi
ve diğer kurumların boşluğu, psikiyatride telafi edilirken; cezanın, hapisten,
şiddetten ıslaha doğru ilerleyen dönüşümünde son durağı "biyolojik
kapatma" olacak gibi görülüyor. Bu süreçte, iyi-kötü şeklindeki ayrımların
temeli olan değerlerin, sevap-günahtan, yasal-yasağa uzanan dönüşümlerinin,
sağlık-patoloji alanına indirgeneceği beklenebilir. Bir anlamda, hapisle
bedensel devinimi, eğitimle zihinsel süreçleri hedefleyen sosyal kontrol, tıp
ve genetik çalışmalarla da biyolojik iktidarı kurmanın hayaliyle
genişlemektedir. Foucault, psikiyatrik ilaçlar sayesinde, tımarhaneler
şeklindeki kapatmanın, yerini bakıcılığa bıraktığını ve hastaları hastanelerden
uzaklaştırarak tedavi etme yönteminin, mikro iktidarı ortaya çıkardığını
belirtir (Felix,1990:63). Bu anlamda, nasıl ki, Illich'in dediği gibi, şehirler
vasıtalar etrafında örgütlendiğinde, insan ayağı, değerini ve teknoloji
geliştikçe de insan gücü, önemini kaybetmişse, psikiyatrinin biyolojik söylemi
geliştikçe de, irademize, davranışlarımıza ve kendimize ilişkin yeni bir
sınırlama da kendiliğinden belirmiştir.
Modern
psikiyatri ve psikolojinin, bireylerin, sosyal varoluşları üzerindeki
kontrollerini yitirdiklerini hissettikleri anda ortaya çıktığını belirten
Kovel, psikolojinin ve psikiyatrinin inceleme nesnesini, bireylerin zihin
bölgelerine yerleştirme çabalarının; tarihsel ve toplumsal fenomenlerin etkisiz
kılınması için yapılan ideolojik bir strateji olduğunu belirtmektedir
(Kovel,2000:57). Psikiyatrik söylem, sosyal yapının sınıf, ırk, cinsiyet gibi
eşitsizlik ilişkilerini gizleyerek bireyci kapitalist ideolojinin söylemiyle
örtüşmektedir. Bell gibi Arendt de, ideolojileri şiddet ve kötülükle
ilişkilendirir ve bu konuda pragmatizmin etkilerini tartışır. Ona göre,
ideolojiler, dünyayı tutarlı bir şekilde açıklamak amacıyla ortaya çıkan ve
sorunları, sorunların dışında açıklamaya çalışan ve şiddet içeren total bir
izahtırr (Jakoby,1996:31). Stres söylemine dikkat edildiğinde, bu söylemin
çevresel değişimin normalliğini desteklediğini ve modern bireylerin emek
sürecinde karşılaştıkları zorluklara karşı dayanıklılıklarını arttırıp bu
değişime uyum sağlamaları amacına hizmet ettiğini, dolayısıyla,
bireyselciliğin, girişimciliğin egemenlik kazandığı liberal politikaların
söylemine paralellik arz ettiğini ifade edebiliriz. İdeolojik bir söyleme sahip
olan psikiyatrinin, kendisini, tüm sosyal yapının, sosyal ilişkilerin aksayan
taraflarının tamirciliğine soyunarak, aykırılıkları, farklı durumları,
sorunları, tıbbi olarak etiketlenebilir bir hale dönüştürdüğünü görüyoruz.
Örneğin, A.B.D.'de, çeşitli yerlerde verilen reklamlarda, "patronunuza mı
kızdınız, içkiyi fazla mı kaçırıyorsunuz, hayat boş ve anlamsız mı geliyor, babanızla
ilişkileriniz mi bozuk, o halde neden hala x adlı ilacı kullanmıyorsunuz?"
gibi ifadelerle tüm sorunlar, aileden, çevreden ve kurumsal sorunlardan
soyutlanarak beyindeki serotinin sıvısına bağlanarak biyokimyasal bir bağlama
indirgenmektedir (Atbaşoğlu vd.,1997:63).
Toplumsalekonomik sorunların, yatıştırıcılarla, antidepresanlarla çözümü, sorunların kaynağının sorgulanmaması ve statükonun korunması açısından hayati bir önem taşımaktadır. Bu bağlamda, duygusal
kodları, onların ifade edilme veya denetlenme tarzlarını değiştirmenin, güç
ilişkilerini değiştirmek anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Psikiyatrinin
duygular üzerinde oluşturduğu mikro iktidar, sosyal kontrol işleviyle, merkezi
iktidarın maskelenmesini sağlar. Bu maskelenme, iktidarın fizik üzerinde
kurduğu sosyal kontrolün biyolojik merkeze kaydırılmasıyla mümkün olmaktadır.
Halbuki, insan bedeni, sadece, biyolojik değil, aynı zamanda sosyal bir olgudur
ve beyin, mantıksal süreçler evrensel olsa da, onun içeriği sosyal gerçekliğe
ve değerlere bağlıdır. Çünkü, sosyal eylem ve değerler sistemi, zihniyetle
alakalı olup, beyinde biyolojik sonuçlar doğurur. Örneğin, değerler, sahip
oldukları tutarlıklıkla denge ve istikrarı sağlayarak belirsizlik ve
tereddütlerin giderilmesine ortam hazırlarlar. Böylece, her seferinde, inceden
inceye düşünerek karar vermek yerine, neyin doğru neyin yanlış veya kötü olduğu
önceden belirlenerek güven ve huzur için gerekli ortam oluşmuş olur
(Arkonaç,1999:86). Değerler ve kurallardan oluşan ahlak, inançla, inanç ise
tarihsel anlamda dinle içerildiğinden; inançtaki bir sarsılma, sırasıyla,
değerlerden başlayarak istikrarın ve buna bağlanmış duygusal yatırımların
sarsılmasına neden olur. Böylece, sosyal kontrolün temeli olan değerlerdeki
sarsılma veya çelişki, psikiyatrik bozuklukları, psikiyatrik bozukluklar da
değerlerdeki sarsılmaları meydana getirerek bir sosyal çözülme döngüsü
oluşturabilir. İnançtaki totallik, inananlarda, grup ve bütün içerisinde
kaybolmadan bir parça olmanın verdiği haz duygusunu oluşturur. Sekülerizm,
inanca yatırılan bu duygusal sermayenin dağılmasına yol açabilir. İnançlarda
meydana gelen kayıplar ise, herhangi bir yas kadar etkili olduğundan, travma etkisi
oluşturur. Bilim, bu inancın yerini doldurabildiği ölçüde anomiyi
engelleyebilir. Pozitivizm, biraz da bu endişenin, ve bilimlere aktarılan dini
misyonun etkisiyle varolmuştur. Ancak, bilim, özü itibariyle şüphe üzerine
kurulan felsefeden doğduğundan, inançtaki sarsıntıların meydana getirdiği bu
boşluğu doldurmak biraz zordur.
B.Turner,
laikleşme sürecinin, rasyonelleşmeye paralel olarak, dinin yerine tıbbı ikame
ettiğini ve bunun sonucunda, bir değer olarak sağlığın, dini değerlerin,
aktivitelerin yerine; bedenin de ruhun yerine konulduğunu belirtmiştir.
Kartezyen bakışın etkisiyle ortaya çıkan beden-ruh ayrımı, pozitivizmin artan
ağırlığı sonucunda, bedenin merkezi konuma oturmasını sağlamıştır. Beden ve
ruhu bir bütün olarak ele alan ve ruhu yüceltmek için deyim yerindeyse, bedeni
ezen dinin çilecilik ahlakı, modernizmle birlikte etkisini yitirmiş ve bu
süreçte, bedenin artan önemi, dinin, arzuları, güdüleri denetim altına alarak
ruhu kurtarmak, düzeltmek şeklindeki kaygılarını azaltarak, yerine, arzuları
yerine getirerek bedeni düzeltmek, daha iyi görünmek, daha çok tüketmek
şeklindeki birtakım kaygıları ikame etmiştir (Cirhinlioğlu,2001:92-97). Genç
kalmak, yaşlanmamak, sağlıklı olmak, güzel kalmak gibi beden merkezli değerler,
kapitalizmin tüketim nosyonuyla eşgüdüm halinde, hayatın medikalizasyonuna yol
açmaktadırlar. Tıp mesleğinin saygınlığında ve baskınlığında meydana gelen bu
artış, toplumun merkezinin biraz daha tıbbi alana kaymasına neden olduğundan,
düzenlenmek istenen ilgi alanı da, dinden din dışı alana, ruhtan bedene doğru
kaymıştır. Beden üzerine oluşturulan stratejiler, bedene giydirilen kimlikler,
toplumsal-siyasal sistemle ilgili olduğundan, tıbbın, olumlu veya olumsuz,
toplumsal değerler üzerindeki etkisi oldukça önem taşımaktadır.
Bilindiği
gibi, değerlerin tarihsel kaynağı olan din, sosyal yapıyla tutarlı olduğunda,
ölüm çaresizliği karşısında rıza, tevekkül; karşılaşılan sıkıntı ve zorluklara
karşı sabır; korkulara karşı güven, kimlik ve bütünlük ihtiyacını sağlama gibi
duygusal, öz kontrol fonksiyonlarının yanı sıra sahip olduğu ahlaki değer ve
normlarla da sosyal kontrolü, uyumu sağlayan önemli bir kurum olarak bilinir
(Hökelekli,2001:100-113). Ancak, bu değerlerin, sekülerleşmeyle birlikte,
etkilerini, fonksiyonlarını yitireceklerini tahmin edebiliriz. Bununla
birlikte, nispeten, devam etmekle beraber, değerlerin bu fonksiyonlarının,
dinin etkinliği azalıp kitleler üzerindeki kontrolü zayıfladıkça, psikiyatriden
farklı bir formatta talep edilebileceğini tahmin edebiliriz. Çünkü, farklılaşma
artıkça fonksiyonlar da değişerek kurumlar arası geçişlere konu olmaktadır.
Nitekim, Sokrates'ten beri bilinen ve bütün semavi dinlerin özünde bulunan
"kendini tanıma", "kendini bilme" ve "nefsi terbiye
etme" deneyimi, Tanrı'ya ulaşmanın bir yolu olarak görülmüşken, gelişen
psikoloji ve psikiyatriye teknik bir imkan olarak miras kalmıştır. Örneğin,
Batı'da vicdan muhasebesi, günah çıkarma ve insanları yönlendirmeye yönelik
kilise uygulaması, bugünkü psikoterapinin temelini oluşturmuştur. "Ben"
deneyimleri ile egemenlik arasındaki ilişkinin yansımalarını, sadece, Batı'nın
bilgi örgütlenişinde değil, aynı zamanda Doğu'nun bilme-iktidar uzantılarında
da görmekteyiz. Bu anlamda, Uzakdoğu dinlerinde ve sufi, mistik gruplarda da
pir ekseninde oluşturulan "ben yolculuğu"nda kendini tanımanın
orijinal deneyimlerini görebiliriz. Bu anlamda, duygu operatörlüğünün
iktidar-sosyal kontrol sürecinde dinden psikiyatriye uzanan ve dönüşen bir
sürekliliği söz konusudur. Mutasavvıflarda, temel bir etkinlik olan "kendini
bilme", "kendini tanıma" deneyiminin, içe kapanmayı zorunlu
kılan Emeviler dönemi yönetiminin baskıcı iktidarıyla aynı döneme rastlamasının
anlamlı olduğunu düşünüyoruz. Aynı özdenetimin, nefsi terbiyenin, sosyal
kontrolün temel öğesi olarak daha sonraları, Osmanlı'da, sufi örgütlenmeler
aracılığıyla arzu ve beklentileri azaltmanın ve kontrol altına almanın imkanını
sunmuştur. Adı geçen "ben yönetimi" teknolojisi, Osmanlı
İmparatorluğu'nun kapalı ekonomi sisteminin gerektirdiği çileci ahlakı
yaratarak iktidarın devamında önemli bir rol oynamıştır (Ülgener,1981:97). Bu
bağlamda, bireylerin sosyal ve bireysel gerçekliklerini fark etmelerini
engellediği için din, Marx'a göre afyondu. Halbuki, afyon türevleri
psikiyatride iyileştirici olarak kullanılıyor. Hatta, psikiyatrik ilaçlar,
felsefi öğretilerde ve dinlerin cennet mitinde vaadedilen mutluluğu, reklam
broşürlerinde vaadetmektedirler. Bu anlamda, dinin uyuşturan kader anlayışı,
psikiyatrinin biyolojik paradigmasında bir "çözüm" olarak ilaca dönüşmüştür.
Anlaşılan,
üretim tarzı ve değerler farklılaştıkça kanaatkarlık yerini hırs ve gösterişçi
tüketime; üzüntü depresyona; sabır ve mutluluk ise ilaca bırakıyor gibi. Refah devletlerinde
olduğunun tersine gelişmekte olan
ülkelerdeki ruhsal hastalıklar, bilişsel bireysel bir sorun olmayıp çeşitli
toplumsal, ekonomik sorunlara bir cevap olarak ortaya çıkan, çaresizliklerin,
çelişkilerin ve mutsuzlukların göstergeleridir. Sınıfsal yapının dengesizliği
ve kitlesel tüketimi arttıran üretim tarzının, reklamlarla meydana getirdiği
artan beklentiler, tahrik edilen arzular, sosyal gerçeklerle uyuşmadığından,
bireylerde sıkıntı ve gerginliklere neden olmaktadır. Merton'un sosyal sapma
teorisinde olduğu gibi, kültürel olarak tanımlanmış ve övülmüş hedeflerle,
bunlara ulaşmadaki meşru, kurumsal yolların yeterli ve adil olmaması şeklinde
karakterize edilebilecek sosyo-ekonomik yapı, hastalık üreten bastırma
mekanizmasının temelindeki çelişkiyi üretmektedir. Sorunların sosyal olduğu bir
yapıda bireysel, psikiyatrik müdahalelerin, sosyal kontrol işlevi bir yana,
çözüm üretebilecek ekonomik kaynaklar üzerindeki maliyeti arttırdığı
unutulmamalıdır. Halbuki ekonomik ve ahlaki sorunlarla zayıflayan aile, eğitim,
hukuk ve diğer toplumsal kurumların, hastalık üreten bataklıklara dönüşmeleri
engellenemezse, bütün tedavi sürecini yutacakları ve sadece, psikiyatrik bir
alanda değil, bütün bir sistemde krize yol açacakları tahmin edilebilir. O
halde zayıflatıldığı için ailede duygusal ve sosyal desteğe; ekonomik
yeterliliği olmadığı için boş zamanlarda tüketime, sanata, spora; eğitimi ve
demokratik hoşgörüsü olmadığı için ideolojiye, siyasal katılıma dönüşmeyen,
kontrol gücünü yitirdiği için de dinde yüceltilemeyen yapısal bastırmalar, suça
ve akıl hastalığına dönüşme riski taşımaktadır.
Bir
anlamda, işsizlik, para sıkıntısı, devalüasyon, aile çatışmaları,
terkedilmişlik, göç, çarpık kentleşme ve terör gibi yapısal bozukluklarla
doğrudan ilgili sorunlardan muzdarip insanların ilaç tedavisi,
"içeride" kaybettiği yüzüğünü aydınlık olduğu için
"dışarıda" arayan Hoca'nın fıkrasını hatırlatıyor. Bu anlamda,
Pasteur'cü tedavi anlayışının bir uzantısı olarak, ruhsal hastalıkların
sebebini, tedavisinden hareketle açıklamanın yöntemsel bir hata olduğu ileri
sürülebilir. Bununla birlikte, tıbbi model geliştikçe, farklılıkların
etiketlenerek kategorileştirmenin artacağı ve sosyo-kültürel yaşamın da
psikiyatrize edileceğini söylemek yanlış olmaz. Bu bağlamda, aşkın patolojik
bağımlılık, din ve ahlakın konusu olan alkol kullanımının, kumarın dürtüsel bozukluk,
hukukun konusu olan suçun ise hastalık yorumuna dönüşmesi nasıl mümkün olduysa,
G.Orwel'in "1984" adlı korku ütopyasında olduğu gibi, sosyal kontrol
işlevlerinin önemli bir kısmının da psikiyatri koordinatörlüğündeki biyolojik
kontrole devredilmesi söz konusudur. Bu kontrolü sağlayacak ilaçların, hiçbir
yan etkisi olmadan, ruhsal rahatsızlıkları iyileştireceğini söyleyen A.Huxley,
bu sayede, hem bireylerin ve hem de toplumun, hayali kurulan altın çağa
kavuşacağını ummuştur (Kovel,2000:46).
Kopernikus'un,
evreni, merkezinden koparmasıyla başlayıp, Tanrı'nın tahtından indirilmesinin
ardından varoluşçulukta ifadesini bulan insanın köksüzlüğü sorunu, tıp ve
biyolojinin yeni bir köken arama merkezi olarak keşfiyle halledilmeye
çalışılmaktadır. Biyolojik modelde bireyin ruhsal yapısı, sosyal ilişkilerden
koparılarak çelişkili değerler ve baskıcı sosyal yapı görmezden gelindiğinden,
ruhsal sağlık yaklaşımı, sosyo-ekonomik yapıya uyum göstermeyen bireyi
hastalığından dışlayarak onu biyolojik evrene indirgemiştir. Bu uyumcu bakış
açısı, Darwinizm'in psikiyatri üzerindeki etkisi olarak yorumlanabilir. Bu
sürecin bir parçası olarak psikiyatri, tıbbileşip biyolojiye yakınlaştıkça
psikiyatriden arınacaktır. Modern hayat ve felsefesi, hazzı kriter aldığından,
dinlerin sabrı ve imanı devşirdikleri üzüntü, sıkıntı, üstlerinde psikiyatrik
rafinerilerin kurulduğu maden rezervlerini andırmaktadır. Hayat tüketilir bir
nesneye döndükçe, sıkıntısı bitsin diye duygularına müdahale edilen bireyler,
umarız ki, kolay uçsun diye kozası erken delinen ipek böcekleri gibi olmaz.
Kaynak:
Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder