.
Bir top cana yakın düş bulutu: “Hayalperestler”
Selva Trak Ulupınar
“Onu yazmak ölü toprağını üzerimden çekip aldı; umarım bir ölçüde okurun da içini nedensiz bir neşeyle doldurmayı başarır.”
National Book Award’ı kazandığı “Çoluk Çocuk” ile “M Treni”, geçtiğimiz günlerde yayımlanan “Adanmışlık” adlı kitapları ve bugüne dek yaptığı on üç adet albümüyle tanıdığımız Patti Smith’in ilk kez ince bir kitap olarak basılan “Hayalperestler” adlı anı kitabının yıllar sonra ilginç fotoğraflar ve illüstrasyonlarla genişletilmiş hâli, anı kitabından çok peri masallarını andıran satırlar içeriyor.
Çocukluk anılarının sihirli ayrıntılarında gezinen yazar, aynı zamanda bir şair, görsel sanatçı ve müzisyen olarak tüm bu yeteneklerinin izdüşümünde, duygularını gerçeküstücülüğün sınırlarında dolaşarak aktarıyor: “Bence olay objenin kendisinde bitiyordu; benim dokunuşumla hayata geçen bir tür büyü gibiydi. Böyle düşünerek hemen her şeyde sihir buldum; sanki her şeyde, doğanın bütününde bir cinin dokunuşu vardı.”
Doğayla, çiftçilik ve çobanlık yaşamıyla iç içe geçen çocukluğu sayesinde yaşama sevinci aşılayan renkli ve pastoral içerikli hayallerini dile getirdiği satırlarda, o küçük kızın doğa üstü güçlere sahip olduğunu düşündüren yer yer esrarlı bir anlatıma bürünüyor Smith’in cümleleri: “Dikkatli olmalıydınız, akıllı olmalıydınız. Çünkü idrak edebilenler uzaktaki bir şeyi yakalayabilir, yakına getirebilirlerdi… aniden korkunç güzel bir şeye dönüşüveren küçük şeyler için gözümü dört açmıştım.”
Toprakla ve yaratılışın öyküsünü bulduğunu söylediği gökyüzüyle dostluğu, diğer çocuklarla vakit geçirmeye tercih eden yazarın doğada bulduğu ihtişamlı sessizliği ifade ediş tarzı, dilinin şiirselliğine hoş bir örnek teşkil ediyor: “Burada bir tohumu oluşurken ya da bir ruhu mendil gibi katlanırken duyabilirdiniz.”
Kitaba da adını vermiş olan “hayalperestler” (woolgatherers) sözcüğü, İngilizce karşılığında olduğu gibi yazar için de iki anlam birden ifade ediyor. Yazar, kitap boyu bu her iki anlamla da oynamaktan haz alıyor: Sözcük, hayalperest anlamının dışında Küçük Patti’nin evinin karşısındaki çayırlarda otlayan koyunların çitlere ve çalılara takılan yünlerini toplayan köylülerin gizemli görüntüleri anlamını da karşılıyor: “Onların -o insanların- burada olduğuna inanıyordum. Arada sırada onları duyabiliyordum; sanki pamuktan bir duvarın ardından mırıltıları geliyordu.”
Çocuk aklını, alna kondurulan bir öpücük gibi kabule açık ve ilgisiz olarak nitelendiren yazar; “Katlı doğum günü pastasının üzerindeki balerin gibi döner durur; hem zehirli hem tatlı…” gibi ilgi çekici benzetmelerle okurun dikkatini çocuk dünyasına çekerek çocukluk hayallerinin dışında çocuk aklı ve düşünceleri üzerine de görüşlerini ortaya koyuyor. Bu yönüyle kitap, çocuk yetiştirmekte olan ebeveynler için de onların dünyasını anlayarak farklı bir gözle bakabilmek açısından yararlı ve ilginç bir sanatsal kaynak durumunda, diyebiliriz.
İçinde, Smith’in şiirlerinin de yer aldığı “Hayalperestler”, yoğun ve naif duyguların dile getirildiği bol imgeli anlatım tarzıyla okuru kendine çekecek bir büyüye sahip: “Bir gün hepimiz öleceğiz/ Ama durmayıp yola devam edenler/ Attıkları adımın sonunu getirenler/ Onlar asla ölmeyecek/ Onların isimleri/ Rembrant, Columbus…”
Materyalist dünyaya karşı tepkili olduğunu bildiğimiz yazarın, hayallerle gerçeklerin bir sarmal oluşturup sözcüklerin âdeta notalarla benzeşerek uçuştukları bir anlatımı tercih etmesi, okuru şaşırtmadığı gibi mutlu da ediyor; sayfalar arasında gezinirken altıncı hissin hâkim olduğu mucizelerle dolu bir hikâyenin içine düştüğünüz duygusuna kapılmamak imkânsız. Çünkü bir dalı mürekkep havuzuna sokarak yazı yazma gibi hayallere sahip birinin kaleminden çıkmış bir kitapla baş başasınız.
Yaşamının ilerleyen yıllarında Patti Smith her ne kadar dini reddetse de çocukluk yıllarında annesinden aldığı yoğun dinî eğitimin izlerine sıklıkla rastlıyoruz. Fikrin de bir ruhunun olması gibi dilekleri bulunan yazar, genellikle soyutla somutun iç içe geçtiği cümleler kurarak özellikle başarılı betimlemeleriyle okuru zevkli bir okuma oyununun içine dahil ediyor: “Nefesimin bir dili vardı, konuşuyordu ama hiç ses gelmiyordu. Bu arada gökyüzü, pervaneli bir uçağın ardında bıraktığı izler gibi dua ve şiir kalıntılarıyla çizik çizikti.”
Okuma eyleminiz sırasında hayallerin mi yoksa gerçeklerin mi daha baskın olduğuna karar vermekte güçlük çektiğiniz kitap, çocukluk anılarını ve hayallerini ömür boyu yitirmemenin neşesine sahip bir insanın huzurlu dünyasına bir süreliğine de olsa konuk olmanızı sağlıyor.
Yaşı ilerledikçe geçen zamanla birlikte birtakım duyguların da kaybolduğunu belirten yazar, arada bir de olsa aniden ortaya çıkıveren o tertemiz neşeyi tetikleyen şeyin, bazen doğa, bazen bir kitap, bazen de misal Millet’in bir tablosu veya bir başka ressamın kullandığı renkler olduğu sırrını paylaşıyor.
“Hava şenlik gibiydi; duyarlı… Çimlerin çatırdadığını duyabiliyordum. Yaşamı hissedebiliyordum; samandan sevgilinin üzerine atılan kor gibi…”
Kırk beşinci doğum gününde tamamladığı bu kitabıyla kendini bulmanın öyküsünü anlatan ve yaşam sevgisiyle bunca dolu bir yazarın, bir vakitler duyduğu zarif öğütleri hâlâ anımsayıp uygulamaması mümkün olabilir mi?
“Ne yapacağız Büyük Barrymore?
Sendeleyeceğiz.
Ne yapmalıyız iddiasız rahip?
Kalbini temiz tut.”
alıntı: edebiyathaber.net
edebiyat, müzik, resim, mimari, sinema, felsefe, sosyoloji, tarih, bilim, kitap, aktüel
17 Aralık 2018 Pazartesi
7 Kasım 2018 Çarşamba
Sanat Ne İşe Yarar?
.
Sanat Ne İşe Yarar?
Gülenay Börekçi
Duvara astığımız bir sanat eseri, olmak istediğimiz, olmaktan korktuğumuz ya da olmaktan vazgeçemediğimiz şeydir bir bakıma. Bizi iyileştiren aslında budur! Lev Tolstoy, sanatın diğer insanlarla aramızda bir empati köprüsü oluşturduğuna inanıyordu. Anais Nin ruhumuzdaki fırtınayı dindirdiğini, olumsuz duyguları içimizden şeytan kovma işlemine benzer bir şekilde söküp attığını düşünüyordu. Oscar Wilde içinse bir sanat eserinin etkisi, niteliği, verdiği hazla yakından ilişkiliydi.
Hepsine belli ölçüde katılıyorum. Bir de şu belki… Bir resme bakarken ya da bir film seyrederken içinde dolaşmaya, keşifler yapmaya başlamışsam, öğlen okumaya başladığım bir kitap beni sabaha kadar uyanık tutmuşsa, bir şarkı sürekli zihnimde dönüp duruyorsa; o filmle, o kitapla, o şarkıyla aramda “aşk” başlamıştır.
“Terapi Olarak Sanat”ı yazan Alain de Botton ile sanat tarihçisi John Armstrong, sanattan fayda bekleyen “pragmatist”lerden oldukları için başka türlü bir etkinin peşindeler. Sanatın terapi etkisine; kusurlarımızı düzeltmemizde ve en sıradan ikilemlerimizi çözmemizde bize yardımcı olabileceğine inanıyorlar. Neden daha tatminkâr bir işim yok? Neden başka insanların hayatı bu kadar eğlenceli ve anlamlıyken ben hep sıkılıyorum, mutsuzum? İlişkilerimde ters giden şey ne, bunu düzeltmenin bir yolu yok mu? İşler ters gittiğinde sükunetimi nasıl koruyabilirim? Siyaset niye bu kadar iç karartıcı bir şey? Sorular uzayıp gidiyor…
İşte Botton, Armstrong ve bana göre 8 maddede sanatın şifa verme işlevi:
Unuttuklarımızı hatırlatıyor
Sadece ufak tefek ayrıntıları değil, üzerimizde travmatik etkisi olan önemli olayları da kolayca olmamış sayabiliyor, unutabiliyoruz. Ve söz konusu hadiseler hiç yaşanmamış gibi yaptığımızda, onlardan öğreneceklerimizi de öğrenmemiş oluyoruz.
Fakat bazen bir tablo durup dururken kilidi açıyor, zihnimizden kayıp giden o “büyük balığı” bulup bize geri getiriyor. O balıkla yüzleşmek zor olabilir ama kıymetli olduğuna kuşku yok. Hele yeri geldiğinde hayatımızın en güzel anlarını bile unutmayı tercih edebildiğimizi düşünürsek…
İçimize umut tohumları ekiyor
Botton ile Armstrong özetle diyor ki: “Oturduğunuz ev iç acıcı, ferah olsun istiyorsanız, onu güzelleştirmenin bir yolunu bulur, mesela köşeye bir demet çiçek yerleştirirsiniz. Bunun bir tür kaçış olduğundan, bir demet çiçeğin hakiki bir bahçenin yerini alamayacağından bahsedenler olacaktır: aldırmayın. Sağlıklı, yani gerçekleri örtmeyen umut suçlanacak bir şey değildir. Ve bir sanat eseri bazen tam da kaybettiğimiz bu umudun yerini tutabilir.”
Keder ve acı veriyor
Hoppala! Bütün bu umut, iyileşme hikayeleri palavra mıydı yani? Hiç de değil. Dünyanın gidişatından habersiz, adeta bir sepet zerzevat gibi yaşayıp gitmek daha korkunç değil mi? Bir sanat eseri kalbimizi yaralayan şeyler anlattığında, yaşadığımız acıları başka bir dille yeniden canlandırdığında bile bize iyi geliyor, çünkü acımızda yalnız olmadığımızı idrak ediyor, başkalarının da bizim gibi gözyaşı döktüğünü keşfediyoruz. ‘Meğer tıpkı benim gibi hisseden başkaları da varmış’ duygusuna paha biçilemez! Sözgelişi gettolaşmış eşcinsel toplulukların içine girip onları fotoğraflayan Nan Goldin, birçok yalnız ruha güç vermişti. Benim de kendimi bulduğum en azından birkaç kitap, resim ya da müzik var. Peter Weir’in filmleri mesela.
Dengemizi yeniden kazanmamızı sağlıyor
Herkesin bir yarası, travması vardır. Sanattaki tercihlerimizi biraz da yaralarımız belirler. Aslında bir sanat eserini değil, kendi yaramıza denk düşen atmosferi seçmişizdir farkında olmadan. Bu yüzden kimileri manzara resimleri asar duvarına, kimileri de kasvetli, siyah tablolar. Ve yine bu yüzden birinin çirkin ve sevimsiz bulduğu şey, başkasına pekala güzel gelebilir. Duvara astığımız şey, olmak istediğimiz, olmaktan korktuğumuz ya da olmaktan vazgeçemediğimiz şeydir bir bakıma. Orada öylece durmaz, bunu yerine bize karanlığımızı, korkularımızı, pişmanlıklarımızı, özlemlerimizi hatırlatır, travmaların sarstığı ruhumuzun yeniden denge kazanmasına yardım eder. Yüksekten düştüğümüzde uzanan görünmez bir el gibi…
Kendimizi ifade etmemizi kolaylaştırıyor
Aslında aynı şey; her şey yalnızlıktan, iletişimsizlikten. Sanat aynı zamanda kuvvetli bir iletişim dilidir. Bu yüzden sanatla ilgileniriz, bu yüzden Facebook duvarımıza notlar yazar, hayatımızın çeşitli anlarını Instagram’da yayınlar ya da Tumblr’da blog açarız. Bazılarına göre yaptığımız teşhircilikten başka bir şey değildir. Bırakın öyle desinler. Kiminle ne şekilde iletişim kuracağımız, kime neyi ne kadar göstereceğimiz bize kalmış, öyle değil mi? Tıpkı sabah evden çıkarken hangi ayakkabıyı giyeceğimize kendimiz karar verdiğimiz gibi.
Kafamızdaki tuhaflığı iyileştiriyor
Başkalarına benzemediğimiz için “kafamızda bir tuhaflıkla” yaşarız kimi zaman. Herkes normaldir de sanki bir biz problemliyizdir. O zaman da kendi kendimizin en acımasız eleştirmeni oluruz. Kendimize şefkat göstermeyi ise ancak hissettiklerimizi anlamlandırabildikçe başarırız.
İşte sanatın işe yaradığı doğru noktalardan biri daha! ‘Bu korku doğal, bu öfke kaçınılmaz ve ben hiç de sandığım kadar zayıf biri değilim’ diyebildiğimiz an, kafamızdaki tuhaflık yerini çok daha sakin bir duyguya bırakır. Hem şu da var: Shakespeare başkalarına mı benziyordu, Mozart normal miydi, Leonardo da Vinci refah içinde, dertsiz tasasız bir yaşam mı sürüyordu?
Sıradan olanın gizli güzelliğini keşfettiriyor
Yatak odamıza bakalım… Karyolamız, dolabımız, kitaplarımız, oraya buraya atılmış giysilerimiz, köşede küçük bir komodin belki ve duvarda eğik duran bir tablo… Ne kadar sıradan! Oysa Van Gogh bu sıradan ayrıntılardan muazzam bir eser çıkardı. Yahut baharda açan badem ağaçları… İçimizi ısıtır, bizi gülümsetir ama onda büyük bir şey olduğunu, hayatın kusursuz işleyişini gösterdiğini pek azımız düşünürüz. Gene Van Gogh bunu görmekle kalmayıp sanata da dönüştürmüştü. Andy Warhol’un domates çorbası konservelerinin sözünü bile etmeyeceğim. Warhol’un konserve kutusu baskıları, ‘Marketten alınan bir ürün nasıl 20’inci yüzyıl sanatında dönüm noktası haline gelir?’ sorusunun canlı kanıtı adeta.
alıntı: egoistokur.com
Sanat Ne İşe Yarar?
Gülenay Börekçi
Duvara astığımız bir sanat eseri, olmak istediğimiz, olmaktan korktuğumuz ya da olmaktan vazgeçemediğimiz şeydir bir bakıma. Bizi iyileştiren aslında budur! Lev Tolstoy, sanatın diğer insanlarla aramızda bir empati köprüsü oluşturduğuna inanıyordu. Anais Nin ruhumuzdaki fırtınayı dindirdiğini, olumsuz duyguları içimizden şeytan kovma işlemine benzer bir şekilde söküp attığını düşünüyordu. Oscar Wilde içinse bir sanat eserinin etkisi, niteliği, verdiği hazla yakından ilişkiliydi.
Hepsine belli ölçüde katılıyorum. Bir de şu belki… Bir resme bakarken ya da bir film seyrederken içinde dolaşmaya, keşifler yapmaya başlamışsam, öğlen okumaya başladığım bir kitap beni sabaha kadar uyanık tutmuşsa, bir şarkı sürekli zihnimde dönüp duruyorsa; o filmle, o kitapla, o şarkıyla aramda “aşk” başlamıştır.
“Terapi Olarak Sanat”ı yazan Alain de Botton ile sanat tarihçisi John Armstrong, sanattan fayda bekleyen “pragmatist”lerden oldukları için başka türlü bir etkinin peşindeler. Sanatın terapi etkisine; kusurlarımızı düzeltmemizde ve en sıradan ikilemlerimizi çözmemizde bize yardımcı olabileceğine inanıyorlar. Neden daha tatminkâr bir işim yok? Neden başka insanların hayatı bu kadar eğlenceli ve anlamlıyken ben hep sıkılıyorum, mutsuzum? İlişkilerimde ters giden şey ne, bunu düzeltmenin bir yolu yok mu? İşler ters gittiğinde sükunetimi nasıl koruyabilirim? Siyaset niye bu kadar iç karartıcı bir şey? Sorular uzayıp gidiyor…
İşte Botton, Armstrong ve bana göre 8 maddede sanatın şifa verme işlevi:
Unuttuklarımızı hatırlatıyor
Sadece ufak tefek ayrıntıları değil, üzerimizde travmatik etkisi olan önemli olayları da kolayca olmamış sayabiliyor, unutabiliyoruz. Ve söz konusu hadiseler hiç yaşanmamış gibi yaptığımızda, onlardan öğreneceklerimizi de öğrenmemiş oluyoruz.
Fakat bazen bir tablo durup dururken kilidi açıyor, zihnimizden kayıp giden o “büyük balığı” bulup bize geri getiriyor. O balıkla yüzleşmek zor olabilir ama kıymetli olduğuna kuşku yok. Hele yeri geldiğinde hayatımızın en güzel anlarını bile unutmayı tercih edebildiğimizi düşünürsek…
İçimize umut tohumları ekiyor
Botton ile Armstrong özetle diyor ki: “Oturduğunuz ev iç acıcı, ferah olsun istiyorsanız, onu güzelleştirmenin bir yolunu bulur, mesela köşeye bir demet çiçek yerleştirirsiniz. Bunun bir tür kaçış olduğundan, bir demet çiçeğin hakiki bir bahçenin yerini alamayacağından bahsedenler olacaktır: aldırmayın. Sağlıklı, yani gerçekleri örtmeyen umut suçlanacak bir şey değildir. Ve bir sanat eseri bazen tam da kaybettiğimiz bu umudun yerini tutabilir.”
Keder ve acı veriyor
Hoppala! Bütün bu umut, iyileşme hikayeleri palavra mıydı yani? Hiç de değil. Dünyanın gidişatından habersiz, adeta bir sepet zerzevat gibi yaşayıp gitmek daha korkunç değil mi? Bir sanat eseri kalbimizi yaralayan şeyler anlattığında, yaşadığımız acıları başka bir dille yeniden canlandırdığında bile bize iyi geliyor, çünkü acımızda yalnız olmadığımızı idrak ediyor, başkalarının da bizim gibi gözyaşı döktüğünü keşfediyoruz. ‘Meğer tıpkı benim gibi hisseden başkaları da varmış’ duygusuna paha biçilemez! Sözgelişi gettolaşmış eşcinsel toplulukların içine girip onları fotoğraflayan Nan Goldin, birçok yalnız ruha güç vermişti. Benim de kendimi bulduğum en azından birkaç kitap, resim ya da müzik var. Peter Weir’in filmleri mesela.
Dengemizi yeniden kazanmamızı sağlıyor
Herkesin bir yarası, travması vardır. Sanattaki tercihlerimizi biraz da yaralarımız belirler. Aslında bir sanat eserini değil, kendi yaramıza denk düşen atmosferi seçmişizdir farkında olmadan. Bu yüzden kimileri manzara resimleri asar duvarına, kimileri de kasvetli, siyah tablolar. Ve yine bu yüzden birinin çirkin ve sevimsiz bulduğu şey, başkasına pekala güzel gelebilir. Duvara astığımız şey, olmak istediğimiz, olmaktan korktuğumuz ya da olmaktan vazgeçemediğimiz şeydir bir bakıma. Orada öylece durmaz, bunu yerine bize karanlığımızı, korkularımızı, pişmanlıklarımızı, özlemlerimizi hatırlatır, travmaların sarstığı ruhumuzun yeniden denge kazanmasına yardım eder. Yüksekten düştüğümüzde uzanan görünmez bir el gibi…
Kendimizi ifade etmemizi kolaylaştırıyor
Aslında aynı şey; her şey yalnızlıktan, iletişimsizlikten. Sanat aynı zamanda kuvvetli bir iletişim dilidir. Bu yüzden sanatla ilgileniriz, bu yüzden Facebook duvarımıza notlar yazar, hayatımızın çeşitli anlarını Instagram’da yayınlar ya da Tumblr’da blog açarız. Bazılarına göre yaptığımız teşhircilikten başka bir şey değildir. Bırakın öyle desinler. Kiminle ne şekilde iletişim kuracağımız, kime neyi ne kadar göstereceğimiz bize kalmış, öyle değil mi? Tıpkı sabah evden çıkarken hangi ayakkabıyı giyeceğimize kendimiz karar verdiğimiz gibi.
Kafamızdaki tuhaflığı iyileştiriyor
Başkalarına benzemediğimiz için “kafamızda bir tuhaflıkla” yaşarız kimi zaman. Herkes normaldir de sanki bir biz problemliyizdir. O zaman da kendi kendimizin en acımasız eleştirmeni oluruz. Kendimize şefkat göstermeyi ise ancak hissettiklerimizi anlamlandırabildikçe başarırız.
İşte sanatın işe yaradığı doğru noktalardan biri daha! ‘Bu korku doğal, bu öfke kaçınılmaz ve ben hiç de sandığım kadar zayıf biri değilim’ diyebildiğimiz an, kafamızdaki tuhaflık yerini çok daha sakin bir duyguya bırakır. Hem şu da var: Shakespeare başkalarına mı benziyordu, Mozart normal miydi, Leonardo da Vinci refah içinde, dertsiz tasasız bir yaşam mı sürüyordu?
Sıradan olanın gizli güzelliğini keşfettiriyor
Yatak odamıza bakalım… Karyolamız, dolabımız, kitaplarımız, oraya buraya atılmış giysilerimiz, köşede küçük bir komodin belki ve duvarda eğik duran bir tablo… Ne kadar sıradan! Oysa Van Gogh bu sıradan ayrıntılardan muazzam bir eser çıkardı. Yahut baharda açan badem ağaçları… İçimizi ısıtır, bizi gülümsetir ama onda büyük bir şey olduğunu, hayatın kusursuz işleyişini gösterdiğini pek azımız düşünürüz. Gene Van Gogh bunu görmekle kalmayıp sanata da dönüştürmüştü. Andy Warhol’un domates çorbası konservelerinin sözünü bile etmeyeceğim. Warhol’un konserve kutusu baskıları, ‘Marketten alınan bir ürün nasıl 20’inci yüzyıl sanatında dönüm noktası haline gelir?’ sorusunun canlı kanıtı adeta.
alıntı: egoistokur.com
9 Ekim 2018 Salı
Gogol’un “Palto” ve Kafka’nın “Dönüşüm” Romanlarına Karşılaştırmalı Bir Bakış
.
Gogol’un “Palto” ve
Kafka’nın “Dönüşüm” Romanlarına Karşılaştırmalı Bir Bakış
Safiye KARABABA -
Ankara Üniversitesi, Eğitim
Bilimleri Enstitüsü, Türkçe Eğitimi Bölümü
Doktora Öğrencisi
"Komik bir
hikâyeye,
dikkatle ve uzun uzun
baktığınızda,
gitgide hüzünlü hâle
gelir.” (Gogol)
Bir yazınsal yapıtı okuma biçimimiz, bizim o yapıtla
olan ilişkimizi belirler. Bir yapıtı okurken ona karşı yaklaşımımız edindiğimiz
okuma kültürü ile biçim kazanır. Okuma kültürünün biçimlenebilmesi ise
eleştirel okuma becerisinin kazanılmasıyla elde edilebilir (Sever, 2015).
Eleştirel okuma becerisini kazanmış bireyler okuma edinimini nitelikli bir
şekilde sürdürmekle kalmayıp okuduğu kitapları başka dilde, kültürde ve tarihte
yapılandırılmış yapıtlarla karşılaştırma gereksinimi de duyumsamaktadır.
Eleştirel okuma becerisi edindiğimiz zaman okuduğumuz herhangi bir yapıtı,
tarihsel bir konuma oturtabilir, çok karmaşık bir dil organizasyonu olarak
değerlendirebilir, kültürel değerler açısından ele alabiliriz, yapıtın biçimini
analiz edebilir ya da yazarını merkeze çekerek yazar merkezli bir yaklaşımla o
yapıtı değerlendirebiliriz. Bir yapıtı
değerlendirme ve karşılaştırma gereksinimlerinden 19. yüzyılda akademik bir
disiplin ve eleştirel bir sistem olarak karşılaştırmalı edebiyat kavramı ortaya
çıkmıştır. Çünkü karşılaştırma yapmak bir şeyin / kişinin öteki ile karşı
karşıya gelmesi diğer şeyi / kendini keşfetmesine ve farklı gözle bakmasına yol
açan bir eylem olarak görülebilir. “Karşılaştırmalı edebiyat; analoji,
akrabalık ve etkileşim bağlarının araştırılması suretiyle, edebiyatı diğer
ifade ve bilgi alanlarına ya da zaman ve mekân içerisinde birbirine uzak veya
yakın durumdaki olaylarla edebî metinleri birbirine yaklaştırmayı amaçlayan yöntemsel
bir sanattır. Yeter ki bu edebî metinler, birçok dile ya da kültüre ait
olsunlar; onları daha iyi tanımlayıp anlamak ve onlardan zevk alabilmek için
aynı geleneğe ait bulunsunlar” (Rousseau ve Pichois, 1994: 182).
Yavuz Bayram, karşılaştırmalı edebiyat çalışmalarının
mutlaka iki farklı dile ve kültüre ait imgeler, konular, tipler, türler,
eserler ya da şair / yazarlar üzerinde yapılması gerektiğini savunanların
yanında; bu çalışmaların millî edebiyatların sınırları içerisinde
yapılabileceğini savunanların da olduğunu dile getirmektedir (Bayram, 2004:
16). Gürsel Aytaç‟a göre karşılaştırmalı edebiyatta araştırmacının görevi,
işlevi, farklı dillerde yazılmış iki yapıtı konu, düşünce ya da biçim
bakımından incelemek; ortak, benzer ve farklı yanlarını tespit etmek, bu
farklılığın nedenleri üzerine yorumlar getirmektir (Aytaç, 1997: 7)
Farklı görüşleri savunanlar olmakla birlikte, yapıtla
karşılaştırmak mümkün olduğu gibi, yerli bir yapıtı yine yerli ama farklı bir
döneme ait başka bir yapıtla karşılaştırmak da mümkündür. Hatta aynı döneme
veya aynı şaire / yazara ait iki yapıt da karşılaştırılabilir. Yeter ki
aralarında karşılaştırma yapmaya elverişli bir ilişki (benzerlik ya da
farklılık) bulunsun. Diğer taraftan Agâh Sırrı Levend‟e göre “Kıyaslama; kişilikler,
eserler ve edebiyatlar arasında yapılır. Kişilikler arasında yapılacak
kıyaslama, sırasıyla yerli etkilerden yabancı etkilere doğru genişletilir.
Karşılıklı etkiler araştırılır. Kişilikler arasındaki ortak nitelikler
belirtilir. Eserler; düşünce, tür, konu, motif ve tip bakımından ele alınarak
karşılaştırılır. Yalnız kişilikleri ve eserleri karşılaştırmak yetmez.
Edebiyatları bütün ögeleriyle bir bütün olarak, belli bir süre içinde
karşılaştırmak gerekir” (Levend, 1988: 44-48).
“Karşılaştırmalı edebiyat, sınırlı ve kesin bir alana
uygulanan bir teknik değildir. Geniş ve çok yönlü oluşuyla, hangi zaman ve
zeminde olursa olsun, meraktan, sentez zevkinden ve her türlü edebî gelişmeye
açıklıktan meydana gelmiş bir ruh hâlini yansıtır” (Rousseau ve Pichois, 1994:
49). Bütün noktalardan hareketle farklı yüzyıllarda ve farklı coğrafyalarda
yetişen yazarlar ve bu yazarların eserlerini karşılaştırmalı edebiyat bilimi
çerçevesinde incelemek mümkündür. Karşılaştırmalı edebiyat, en yaygın şekliyle
“ortak konu” ve “motif” ağırlıklı yapılır. Öze, içeriğe, konuya dayalı
incelemede “motif” en küçük konu birimidir. Beylik motifler vardır, mesela iki
kadın arasında kalmış erkek, üvey ana vb. (Aytaç, 2016). Yaptığımız çalışmada
karşılaştırma yöntemi kullanılmıştır. Karşılaştırmalı edebiyatın içerisinde
farklı inceleme yöntemleri de bulunmaktadır. Bu çalışmada karşılaştırmalı
edebiyatın inceleme yöntemlerinden “metne bağlı inceleme” tercih edilmiştir.
Çünkü “metne bağlı inceleme” edebî yapıtı bir metin olarak görüp öz bakımından
irdelemeyi amaçlar. Belirlenen yapıtlar motif ağırlıklı bir yapıda
incelenmiştir. Motifi, ele alınan yapıtlardaki ana kahramanlar oluşturmaktadır.
Çalışmamızda ele aldığımız yapıtlar iki farklı dönemden, kültürden ve yazardan
seçilmiştir. Biri Rus edebiyatının büyük ustası Nikolay Gogol‟un 1842 yılında
yayımlanan Palto adlı yapıtıdır. Bir diğeri ise Alman edebiyatının usta yazarı,
Franz Kafka tarafından 1915 yılında yazılan Dönüşüm adlı yapıttır. Farklı
dönemlerde yazılmış olan iki yapıtın da kahramanları, hayatın içinden
karakterler olarak ve birbirlerine olan benzerlikleri ile dikkati çekmektedir.
Gogol‟un Akakiy Akakiyeviç‟i ile Franz Kafka‟nın Gregor Samsa‟sı iç
çatışmaları, düş kırıklıkları ve yaşamla olan savaşlarıyla birbirlerine çok
benzeyen modern toplumun “küçük insan” figürünü ortaya çıkarmıştır.
Çalışmamıza konu olan Nikolay Gogol‟un Palto ve Franz
Kafka‟nın Dönüşüm adlı yapıtlarının ana kahramanları merkeze alınarak
karşılaştırmalı bir inceleme yapılmıştır.
Akakiy
Akakiyeviç’in ve Gregor Samsa’nın Aile Yaşamı.
Gogol‟un uzun öyküsündeki kahramanın tam adı Akakiy
Akakiyeviç Başmaçkin‟dir. Öykünün başında anlatılan isim koyma olayından
Akakiyeviç‟in memur olan babasının doğumdan önce öldüğü veya kendisi ve
annesiyle beraber olmadığı anlaşılır. Zira doğum işlerini tek başına yürüten
anne oğluna babasının ismini koyar. İsim koyma durumu da talihsizliklerle
başlar ve onun bu durumu hak ettiği düşünülür:
Günün birinde
yalnızca dokuzuncu dereceden devlet memuru olacağı içine doğmuş gibi durmadan
ağlayıp sızlamasına rağmen vaftiz edilmiş. Bunları, bir ihtimal okuyucu da
küçük Akakiy‟e başka bir ad konmasının imkânsızlığına ikna olabilir diye
aktardık (Gogol, 2014, s. 9).
Gregor Samsa ise annesi, babası ve kız kardeşiyle
yaşayan ve evin geçimini sağlayan bir pazarlamacıdır. Babası beş yıl önce iflas
eden bir iş adamıdır. Annesi astım hastası ve kız kardeşi ise güzel giyinmek ve
keman çalmaktan başka bir şey düşünmemektedir. Bir sabah uyandığında kendisini
yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak bulur. Ailesinin bu duruma olan
tepkisi ise sadece korkmaktır. Gregor‟un ailesi onun asalaklarıdır; onu sömürür
ve içten içe kemirirler. Ailesi Gregor‟un onlara para getirmeyecek olmasını
onun böcek olmasından daha fazla önemsemektedirler. Gregor‟u düşünen tek kişi
annesidir. Onu çaresizliğe terk etmeyi istemese de evdekilere sözünü geçiremez.
Akakiy Akakiyeviç‟in ve Gregor Samsa‟nın aile yaşamları her ne kadar
birbirinden uzakmış gibi görünse de her iki yaşam da içerisinde trajedi
barındırmaktadır. Akakiyeviç‟in annesinin ona sevmediği eşinin adını vermesi ve
yaşamına başlaması ile Samsa‟nın böcek olarak başladığı yaşamında ailesinden
gördüğü kötü davranışlar benzerlik taşımaktadır. Akakiy, tek başına tek odalı
bir evde yaşamaktadır. Bu nedenle aile kavramı ve sevgisi belleğinde yapılandırılmamıştır.
Gregor Samsa ise annesi, babası ve kız kardeşi ile yaşamaktadır. Maddi
durumları kötü olmasına rağmen ailesi, özellikle annesi, tarafından sevildiğini
düşünen bir karakterdir. Bu nedenle Gregor, duyuşsal olarak olumlu durumdan
olumsuz duruma geçiş sürecine girmiştir. Ailesinin onu maddi kaynak olarak
görmesi, ona değer verilmemesi onu hızla böcekleşmeye itmiştir. Ailesi için
çırpınan Gregor yerine işe yaramaz böcek Gregor gelince gereksiz ve yararsız
bir fazlalık olarak görülür. Bir odaya kapatılarak ailenin dışına itilir. İşe
gidememesi ve çalışamaması böcek Gregor için ailenin bir ferdi olmaktan
çıkarılmasında yeterli sebeptir
Gregor böcek olmadan önceki yaşantısında, uzaktayken
ailesinin huzur içinde olduğunu, masanın etrafında şen kahkahalar attıklarını
düşünürken böcek olduğunda ailesi sessiz bir huzursuzluk içinde beklemektedir.
Ailesinin iyi yaşantısını kendisi yüzünden kaybedeceğini düşündükçe korkunç
acılar çeker. Çok sevdiği ailesi artık onun için ürkütücü imgedir. İçindeki korkunun
büyüdüğünü duyumsayan Gregor kanepenin altında yaşamaya başlar:
Orada bütün gece
kalan Gregor geceyi kâh açlığın verdiği ürküntüyle uyuyup uyanarak, kâh endişe
ya da anlamsız umutlara kapılarak geçirirken, şimdilik sessiz kalmaya, şu anki
durumu nedeniyle ailesinin başına açtığı sıkıntılı durumu anlara sabır ve saygı
göstererek katlanır hale getirmeye karar verdi (Kafka, 2016, s. 28).
Gregor Samsa‟nın kız kardeşiyle olan ilişkisi de
gerilimlidir. Başlangıçta böcek Gregor‟un ihtiyaçlarını gideren ve sürekli
onunla ilgilenen kız kardeşinin Gregor‟un böcekleşmesi ilerledikçe ona karşı
tutumu değişir. Bunun üzerine kız kardeşi çalışmaya başlar ve ekonomik
bağımsızlığını kazanır. Ekonomik güce sahip olmasıyla birlikte artık Gregor‟a
olan yaklaşımında değişimler meydana gelir. Anne ve babası gibi artık kız
kardeşi de Gregor‟u istememektedir (Oraliş, 2009, s. 22). Kız kardeşi Grete,
Gregor böceğe dönüştükten sonra artık dış görünüşü değişen kardeşine karşı
yabancılaşır. Öte yandan artık bir böcek olan kardeşinden ilk kurtulmak isteyen
ve bunu ilk dile getiren de Grete‟dir (Çiçek, 2015, s. 149). Yapıtta Grete‟nin
Gregor‟a ilişkin düşüncesi şöyle ifade edilmektedir:
Ondan kurtulmaya
çalışmamız lazım dedi kız kardeşi babasına dönüp, çünkü annesi öksürmekten hiçbir
şey duymuyordu, bu ikinizin de ölümüne neden olacak, olacakları şimdiden
görüyorum. İnsan bizim gibi bu kadar çalıştıktan sonra eve geldiğinde bir de
böyle bir işkenceye katlanamaz doğrusu. Ben katlanamıyorum artık (Kafka,
2016).
Akakiyeviç için ise aile kavramı oluşmamıştır. Onun
aile imgesi ile ilgili bir düşüncesi bulunmamaktadır. Baba figürü Gredor‟da
otoritenin, baskının, suçsuz yere suçluluğun temsili olarak resmedilmiştir.
Gregor Samsa da baba figürü gittikçe otoriteye dönüşürken Akakiyeviç‟teki baba
figürü yabancılaşma imgesi ile tanımlanabilir. Çünkü Akakiyeviç‟in baba figürü
belleğinde yer etmemektedir. Anne figürü de Gregor‟da dönüşüme uğramıştır.
Anne, sevgi dolu bir figür iken hastalıklı, kendini düşünen ve çaresiz bir
kimliğe dönüşmüştür. Oysa Akakiyeviç için anne figürü de belirsizdir. Öykünün
başında her ne kadar annesinin onu sevmediği duyumsatılsa da Akakiyeviç
annesine karşı da yabancılaşmıştır. Onunla ilgili olumlu ya da olumsuz bir
düşüncesi yoktur.
Akakiy Akakiyeviç’in ve Gregor Samsa’nın
Toplumsal Kimliği
Akakiyeviç, Petersburg‟da devlet dairesinde çalışan
bir memurdur. Bir devlet dairesinde sıradan kalem memuru olarak çalışan, dış
görünüşüyle insanların ilgisini çekmeyen, ellili yaşlardaki Akakiyeviç‟i yazar,
şöyle betimler:
…pek de havalı
görünmeyen bir adamcağız vardı. Diğer fiziksel kusurlarının yanı sıra, kısa
boylu, yüzü çiçek bozuğu, gözlerinin feri kaçmış, saçı kızıl, önlerden kel,
alnıyla yanakları derin kırışıklarla çizgi çizgi, kırmızı tenli bir adamdı bu
(Gogol, 2014, s. 8).
Öykünün ilk satırlarından itibaren yazarın kahramanla
ilgili tümceleri onun toplumsal kimliğini anlamamız açısından önemlidir:
Genellikle
dokuzuncu dereceden devlet memuru olarak bilinen ve herkesin malumu olduğu
üzere, kendilerini savunamayacak durumdaki insanlara saldırmak gibi uğursuz bir
alışkanlığı olan kimi yazarlarca el âleme maskara edilen talihsiz mahlûklardan
biriydi (Gogol, 2014, s. 8).
Devlet memurluğuna ne zaman başladığı bilinmemekle
birlikte, görev yaptığı süre boyunca bir sürü amir gelip geçse de o, her zaman
aynı noktada, aynı tavırla, aynı işi yapmaktadır. Akakiy‟in çalıştığı yerde
fark edilmediği hatta bir sinekten bile değersiz olduğu da duyumsatılmaktadır.
Çalıştığı
dairede hiç mi hiç fark edilmiyordu Akakiy. Odacılar bile o içeri girdiğinde
yerlerinden kalmıyorlardı; odanın içinde sinek uçsa ancak bu kadar ilgilerini
çekerdi doğrusu (Gogol, 2014, s. 11).
İş yerindeki amirleri de ona diğer çalışanlara
davrandıkları gibi nazik değil; soğuk ve zorbaca davranmaktadırlar. İş
arkadaşları da onunla eğlenmektedirler:
Hayat tarzı ve
yetmişlik ev sahibesiyle ilişkisi hakkında uydurdukları çeşitli hikâyeleri onun
huzurunda anlatmaktan çekinmiyorlardı. Kimi zaman başından aşağı kâğıt
parçaları serpiyor, ona kar yağdığını söylüyorlardı (Gogol, 2014, s.11).
Bütün bu davranışlara karşın Akakiy yazma işine devam
eder; ancak çok zor durumda kaldığında dokunaklı bir sesle onları uyarır. Bu
sesin altında “Ben de sizin gibi insan değil miyim?” (Gogol, 2014, s.12).
sorusu duyumsatılır. Akakiy, çalışma yaşamındaki bütün aksaklıklara rağmen
işini büyük bir coşku ile yapmaktadır. “İşini Akakiy Akakiyeviç kadar şevkle
yapan bir memur daha yoktu. Kopyalamaktan aldığı zevk yüzünden okunuyordu”
(Gogol, 2014, s.12). Kopyalamaktan başka bir iş yapmak düşüncesi bile onu korkutmaya
yetmektedir. Akakiy, havaların soğumasıyla birlikte iş arkadaşlarının sabit bir
eğlence konusu olan paltosunu değiştirmeye karar verir. “Artık bu cismi, soylu
„palto‟ kelimesine layık görmüyor, ona „cübbe‟ diyorlardı” (Gogol, 2014, s.18).
Böylece iş çevresinde saygınlık uyandıracaktır. Akakiy, söyleyeceklerini bir
türlü dile getiremeyen, başladığı cümlenin bile sonunu getirmeyen biridir.
Terzinin “palto”sunu tamir edemeyeceğini ve yeni bir palto diktirmesi
gerektiğini söylediğinde ona diyecek söz bulamayacaktır. Hatta terziye
“palto”sunu tamir etmesi için yalvaracak kadar da zayıftır. Yolda karşılaştığı
bekçinin bile ona bağırması toplum içindeki değersizliğini de göstermektedir.
Yeni bir palto diktirdiğinde ise iş arkadaşları
“palto” ya bakmak için yarışırlar. “Palto”ya Akakiy‟den daha çok ilgi
gösterirler. Hatta amiri “palto”nun şerefine herkesi akşam çayına davet eder.
Akakiy, toplum tarafından paltonun kendisinden daha fazla değer görmesini
önemsememektedir. Hatta bu durum hoşuna bile gitmiştir. Paltosunun çalınmasıyla
toplumdaki bütün değerini de yitirdiğini düşünmektedir. Paltosunu bulması için
baş komisere gittiğinde yine değersizlikle karşılaşır. Baş komiser, onu
huzuruna bir türlü kabul etmez. Daha sonra mühim şahsiyetten (dönemin varlıklı
kişisi) yardım istemeyi düşünür. Mühim şahsiyet karşısında da Akakiy, süklüm
püklüm, ürkek tavırlarla derdini anlatır. Böyle önemsiz bir konu için rahatsız
edildiğini düşünen mühim şahsiyet Akakiy‟i yaka paça dışarı attırır. Artık bir
“palto”su olmayan Akakiy soğuk havada hastalanır. İki günlük ömrü kaldığını
söyleyen doktor bile “küçük insan” diye tanımlayabileceğimiz Akakiy‟in
tabutunun meşeden değil; çamdan olması gerektiğini söyleyerek son günlerinde
bile değersizliğini duyumsatmaktadır. Akakiy‟in iş yerindekiler için
değersizliği; dört gün sonra yokluğunun fark edilip evine birinin
gönderilmesiyle öldüğünün anlaşılması ve hemen yerine başka bir memurun
bulunmasıyla ifade edilebilir. Ölümünden sonra mirasçısı olmadığı için evdeki
birkaç parça eşyasının da ne olduğu bilinmemektedir. Sanki hiç var olmamıştır,
Akakiy Akakiyeviç:
Kimsenin
korumadığı, hiç arkadaşı olmayan, hayatı boyunca hiç kimseden yakınlık
görmemiş, bir böceği iğneyle mikroskop altında inceleme fırsatını kaçırmayan
doğa bilimcilerin bile dikkatini çekmeyen bir insan evladı bu dünyadan böyle
geçip gitti (Gogol, 2014, s.58).
Gregor Samsa ise, sürekli iş seyahati yapmak zorunda
olan bir pazarlamacıdır. Samsa, ailesinin borçları için çalışmak zorundadır.
Babasının iflas etmesi üzerine bütün yükü üstüne almış ve sevmediği bir işte
çalışmaya başlamıştır:
Nasıl güç bir
meslek seçmişim kendime! Hemen her gün yoldayım. Bütün bunlar bürodaki asıl
işlerden daha yorucu, üstelik bunlar yetmiyormuş gibi bir de yolculuğun çilesi,
aktarma trenlerinin stresi, düzensiz, kötü yemekler, sürekli değişen, hiç
kalıcı ve samimi olmayan insan ilişkileri. Şeytan görsün hepsinin yüzünü!
(Kafka, 2016, s. 2).
Ailenin iflasının ilk zamanlarında Gregor‟un çalışması
büyük bir zevk ile karşılanırken gün geçtikçe bu durum kanıksanmış ve Gregor bu
işte çalışmaya adeta mahkûm edilmiştir. Gregor Samsa‟nın yaşamında işinden
başka bir şey yoktur. Akşamları dışarıya çıkmayan, gazete okurken bile iş için
tren tarifelerine bakan biridir. Samsa, böceğe dönüştüğü hâlde bile bu durumun farkında
değildir. Bunun bir rüya olduğunu ve biraz daha uyuduktan sonra geçeceğini düşünür.
Ancak kurduğu çalar saati duymadığını anlayınca asıl hayrete o zaman düşer.
Gregor, böcek olduğunu umursamadan patronunun onun hakkında ne düşüneceği ile
ilgilenir; işten çıkarılma korkusunu duyumsar. Gregor, fiziksel olarak böcek
olmaya başlamıştır. Sesinin farklılaştığını duyumsar; ancak dışarıda gördüğü
sisin görme yetisinin körelmeye başlamasıyla ilgili olduğunu anlamaz. Her şeyin
normale dönmesini çaresizlik içinde bekler. Firma yetkilisi onu aramaya
geldiğinde bile işe geç kaldığı için böcek bacakları titrer. Ne olduğunu, neye
dönüştüğünü önemsemeden kapıyı açıp olanları anlatmak istemektedir. Yetkiliye
karşı acınası ve yalvarır bir şekilde konuşması onun işini kaybetme korkusunun
ne kadar ileri boyutlarda olduğunu göstermektedir. Gregor‟un toplumsal
kimliğini sadece işi oluşturmaktadır. İşi olmadığında kendini bir “hiç” olarak
görmektedir. Bu nedenle Gregor, insan sesiyle konuşamasa da iç sesiyle
temsilcinin işini kaybetmesini önlemesi için adeta yalvarır:
Sayın patronuma
çok şey borçluyum, bunu siz de çok iyi bilirsiniz. Öte yandan annemin, babamın
ve kız kardeşimin sorumluluğu benim üzerimde. Bir çıkmazın içindeyim, ama bu
çıkmazdan kurtulacağım. Fakat zaten zor durumda olan durumumu daha da
zorlaştırmayın. İş yerinde benden yana olun! (Kafka, 2016, s. 18).
İşini kaybetme korkusu içindeyken aniden yere düşen
Gregor, bacaklarının ne kadar güçlü olduğunu fark eder. Bütün acılarının son
bulacağına inanır. Ancak annesinin çığlıkları, babasının elindeki bastonla
odasına itelemeye çalışması onu korkutur. Babasının onu odaya sokmak için
çıkarttığı tıslamaya benzer sesine itaat etmeye çalışır. Gregor‟un iş yerindeki
itaat figürü olan patronun yerine bu kez babası geçmektedir. Babası da tıpkı
patronu gibi acımasızca davranmaya başlamıştır. Gregor Samsa, kız kardeşine de
itaat etmeye başlamıştır. Onun getirdiği yiyeceklere bağlıdır, odasının
temizlenmesi de kız kardeşinin tekeline geçmiştir. “…kanepenin altından çıkıp kız
kardeşinin ayaklarına kapanmayı geçirse de…” (Kafka, 2016, s. 28). Eve alınan
hizmetçi kadın Gregor‟un güçsüzlüğü ve çaresizliği ile alay etmeyi kendine
görev edinir ve günün belli saatlerinde kapıyı açıp ona “b.k böceği” diye
seslenmektedir. Dönüşüm öyküsünde Gregor sadece işe bağlı olarak yaşar.
Yaşamının yönlendirmesini işi ve iş temposu belirler. Arkadaş çevresi iş
yaşamında karşılaştığı kişilerdir. Sosyal hayatını belirleyen tek şey işidir ve
bu durumdan şikâyetçi değildir. Onun için işe gidememe düşüncesi içinde
bulunduğu durumdan (böceğe dönüşmesi) daha korkunç bir düşüncedir. Çünkü işe
gidememek, sorumluluğunu taşıdığı ailesini yüz üstü bırakması anlamına gelir
(Çiçek, 2015). Her iki kahramanın da toplumsal kimliklerini sadece iş yaşamları
oluşturmaktadır. Gregor, işinden nefret etse de ailesine bakabilmek için bu işe
katlanmak zorundadır. Hâlbuki Akakiy, işinden nefret etmemektedir; hatta işi
olmadan ne yapacağını bilemez. Her iki merkezi figürde çevresi tarafından
küçümsenen, hor görülen hatta böcek gözüyle bakılan kişilerdir. Çevrelerindeki
otoriter kişilerden emir alarak toplumsal yaşamalarını sürdürmektedirler.
Sinmek, küçülmek, sesini çıkarmamak içsel olarak da kendilerini böcek gibi
hissettiklerini göstermektedir. Ölümlerinin toplumdaki hiç kimse tarafından
önemsenmeyişinin de sebebinin bu olduğu düşünülmektedir.
Akakiy Akakiyeviç’in ve Gregor Samsa’nın
Yaşama Bakışı
Hem Akakiy hem de Gregor yaşadıkları dünyadan habersiz
bir kimlik içindelerdir. İkisinin de yaşamdan bir beklentileri yoktur. Yaşamı
fizyolojik ihtiyaçları gidermek ve çalışmak olarak algılamaktadırlar. Her iki
figür de dönüşmeye başladıktan sonra yaşadıklarının farkına varırlar. Gregor
böcekleşmeye başladığında müziğin sesinin farkına varırken, Akakiy de
paltosunun gördüğü değer ile değersizleşince çevresindekileri fark eder.
Akakiy, yaşamının değersizliğini ve acınacak bir durumda olmasını
kanıksamıştır:
Onun için
hayatta belgeleri temize çekmekten başka bir şey yoktu sanki. Üstüne başına hiç
dikkat etmezdi. Başta yeşil olan üniforması artık bulanık bir kırmızıya
çalıyordu. Yakası öyle küçük ve dardı ki aslında normalden uzun olmayan boynu
epey bir geriliyor, Rusya‟da tepsilerde taşınan, oynak kafalı alçı kediler gibi
görünüyordu. Kıyafetini üzerine bir şey yapışmamış halde görmek zordu ya bir
parça iplik ya havada uçuşan bir ot hep onu bulurdu. Ayrıca her nasılsa
tercihini, hep o sırada pek de temiz olmayan bir şeylerin atıldığı pencerelerin
altından geçmekten yana kullanıyor, dolayısıyla şapkasının üzerinde her daim
karpuz kabuğu parçaları veya benzeri çöpler taşıyordu. Sokakta ne olup
bittiğinin hiç farkına varmıyordu (Gogol, 2014, s. 14).
Akakiy Akakiyeviç, iş ile ev arasında geçen yaşamında
düzenli satırların olmasından başka bir şey istememektedir. Yemeğinin
üzerindeki sinekleri fark etmeden, yemeğin tadına varmadan bir an önce yazma
işine geçmek ister. Dönemindeki memurlar gece toplantılarına katılıp, güzel
kıyafetlerle kendilerini göstermeye çalışırken o tek düze hayatında sadece
kopya edeceği kâğıtları düşünmektedir. Az olan gelirinin de bu durumu
karşılamayacağı düşünüldüğünde yaşamından kendince memnun sayılmaktadır. Küçük
memur olarak adlandırabileceğimiz Akakiy, “palto” alabilmek için yaşamında
kısıtlamalara girişir. Daha az mum kullanmak, çay içmemek, kıyafetlerinin
eskimemesi için eve gelince hemen çıkartıp entarisiyle oturmak gibi
alışkanlıklar edinmeye çalışır. Bu kısıtlamalara o kadar alışır ki akşam yemeği
yemeden yatağa girer. Ancak altı ay sonra yeni “palto”suna kavuşur. “Palto” ile
birlikte Akakiy‟in davranışlarında da değişikler olur. O günü bayram havası
içinde geçirir. Akşam evine gittiğinde hiçbir şeyi umursamaz. “Safahat düşkünü,
bir hovarda gibi yatağına uzanıp hava kararıncaya dek dinlendi” (Gogol, 2014,
s. 36). Hatta davet edildiği toplantıda kadınlara bakacak kadar öz güveni
oluşmaya başlamıştır. Ancak “palto”sunun çalınması ile eski yaşamına geri
döner. Bu durum onun değersizliğini daha da arttırmaktadır.
Gregor Samsa yaşamında ailesinden başka bir şey
düşünmemektedir. Böceğe dönüştükten sonra da tek düşündüğü şey ailesinin
geçimidir ve para konusu her açıldığında utanç ve üzüntü duymaktadır. Gregor‟un
insan kalbi, insan duyarlığı, insana özgü terbiye, utanç, alçakgönüllülük
duyguları, insanın içine dokunan gururu bir böceğe dönüştüğü hâlde devam etmektedir.
Böceklik Gregor‟un bedenini ele geçirirken içindeki insanlığın arttığını
görmekteyiz. Annesinin korkmaması için üzerine çarşafı çekme çabası onun mutlak
bencillikten ne kadar uzak olduğunu göstermektedir. Samsa, “Dönüşüme uğramış
böceğin dünyasıyla onun insan karşıtlarının dünyası arasında, yani gerçek üstü
ile gerçek arasında gidip gelir” (Sipal, 2011, s. 72‟den aktaran Arık, 2013, s.
71). Her iki figür de yaşama dar ve karamsar bir pencereden bakmaktadırlar.
Geleceğe karşı olumsuz bir bakış açısı geliştirmişlerdir. Yaşamlarında
işlerinde çalışmaktan daha önemli bir amaç görmemektedirler. Kendilerine
yarattıkları dünyada ne bir arkadaş edinme ne de bir aile kurma düşüncesi yer
almaktadır.
Gogol’un
Palto’sundan Kafka’nın Dönüşüm’üne Bakmak
Dostoyevski, “Hepimiz Gogol‟un Palto‟sundan çıktık.”
der. Kafka da Gregor Samsa‟yı çıkarmıştır Palto‟dan. Birinde zavallı bir adamın
“palto”su çalınır; diğerinde zavallı başka bir adam böceğe dönüşür. Palto ve
Dönüşüm‟de grotesk, kalpsiz karakterler, eğlenceli ve korkunç tipler arasında
belli bir miktar insan duygusuyla donanmış merkezi bir figür vardır. Buna
“küçük-insan” figürü de denilebilir. Her iki yapıt da “küçük-insan” figürünü
belirli kavramlar altında yansıtmıştır. Bunlar; modern insanın kendine, topluma
ve ailesine yabancılaşması, kapitalist dünya yaşamı, yalnızlık, aile ve ölüm.
Gregor ve Akakiy‟in yaşamı modern toplum içerisindeki bireyin trajedisidir.
Toplumun dışına çıkmaya çalışan ya da kapitalist sistemin çarklarının
işlemesini engelleyen bireylerin aile bireyleri tarafından bile hoş
karşılanmadığı sezdirilmektedir. Otorite-birey ilişkisi, bireyin görmezden
gelinmesi ve saf dışı edilmesiyle son bulmaktadır. Palto‟daki merkezi figür
olan Akakiy Akakiyeviç‟in insan niteliği, Kafka‟nın Gregor Samsa‟sından tür
olarak farklı olsa da insani duygu her iki uzun öyküde de bulunur. Kafka ile
Gogol‟un gizli kâbuslarının güzelliği, merkezdeki insan karakterlerinin,
etrafındaki insan dışı karakterlerle aynı dünyaya ait olmalarıdır; ama
merkezdeki karakterler bu dünyadan dışarı çıkmaya, maskeyi çıkartıp atmaya,
paltoyu ya da kabuğu aşmaya çalışırlar. Çatışma, gerçek bir dünya ile trajik
açıdan gerçek üstü Akakiy arasında ya da gerçek bir dünya ile duygusal açıdan
gerçek üstü Gregor arasında oluşturulur. Merkezi gerçek üstü karakterler,
duygusal ve trajik açıdan etrafındaki gerçek dünyaya aittir. Bu dünyadan çıkıp
insanların dünyasına girmeye çabalarlar ve çaresizlik içinde ölürler.
Palto adlı öyküdeki Akakiy Akakiyeviç‟in ve
Dönüşüm‟deki Gregor Samsa‟nın doğumu ile yaşamının sonlanması arasındaki zaman
dilimi birbirinin zıttı olarak imgelenmiştir. Gregor yaşamının ilk zamanlarında
beğenilen, takdir gören bir figür iken, dönüşümü ile birlikte pislik içindeki
bir böcek hâline gelmiştir. Akakiy ise, palto edinmesi ile dönüşüm geçirerek
önemsenmeyen, küçümsenen kişiden toplantılara davet edilen ve değer verilen
biri hâline gelmiştir. Böceklik Samsa‟nın, Palto ise Akakiy‟in kostümü olarak
gerçek dünyayı ve insanların gerçek duygularını görmelerini sağlamıştır. Akakiy
Akakiyeviç Başmaçkin ve Gregor Samsa farklı yer ve zaman dilimlerinde
kurgulanmış merkez kişilerdir. Bu kişileri ortaya çıkaran grotesk imgeler ise
“palto” ve “böcek”tir. Her şeyin çıkar üzerine kurulduğu ve insanın insan
olmaktan çıkartılarak hiçleştirilmeye çalışıldığı bir dönemin tam ortasında,
Akakiy “palto”suna bürünerek insanlığını bulmaya çalışırken Gregor
“böcek”leşerek insanlığını kaybetmeye başlar.
Bu olgu içinde de bir karşıtlık bulunmaktadır. Çünkü
Akakiy “palto”su olduğunda kendisine insan gibi davranılacağını düşünerek
aslında insanlığını kaybettiğinin farkına varmaz. Gregor ise, böceğe dönüşerek
insanlığını kaybettiğini düşünse de yaşamsal gerçeklikte dönüştüğü ruhsal ve
duygusal durum onun “insan” olduğunu gösterir. Akakiyeviç, herhangi bir şeye
sahip olmayan, kimsesiz, sıradan, değersiz biridir. Yazar onun sıradanlığını,
ev-iş arasında gelip giden tekdüzeliğini, insandan öte robotlaşmış biri hâline
geldiğini anlatmak için “giydiği kıyafetler üzerine hiç kafa yormazdı. Hayatı
boyunca bir kez olsun sokakta yürürken etrafında olup bitenlere dikkat
kesilmemişti” (Gogol, 2014, s.24), “yediklerinin tadına hiç dikkat etmezdi”
(Gogol, 2014, s.25) gibi tespitlerde bulunur. Ancak o, egemen sınıfın adamdan
saymadığı bir zihniyetin ürünü olarak duygu ve düşünceden soyutlanmış, ayda
eline geçecek üç kuruşla geçinen önemsiz biridir. Samsa da eline geçecek parayı
düşünen, sıradan ve tek düze biridir. Gregor Samsa, çalışma arkadaşları,
işvereni ve ailesi ile paylaşımda bulunurken fiziksel olarak “böceğe” dönüştükçe
çevresiyle arasında uçurum oluşmaktadır. İnsanın hiçbir şey yapamayacak kadar
boğan yoğun çalışma temposu; insanı bir böceğe dönüştürecek kadar kendine
yabancılaştırır. Ailesinin, hizmetçilerinin ve işverenin onun böcek olmasını
çok önemli bir sorun olarak görmemesi yabancılaşma olgusunu daha da ortaya
çıkarmaktadır. Bu durum hem aileye hem de topluma yabancılaşmayı doğurmaktadır.
Gregor, anılarını unutmaya başlar, iş arkadaşları hatta ilgi duyduğu kasiyer
kız bile belleğinden silinmektedir. Akakiy ise, ev sahibi, arkadaşları ve
amirleri tarafından görülmeyen, görülse de dışlanan, alay edilen bir kişiyken
üzerine geçirdiği “palto” onu görünür kılar. “Palto” Akakiy‟in davetlere
katılmasına, arkadaşları tarafından ilgi görmesine ve onlara yakınlaşmasına
neden olmuştur. Hatta paltosu şerefine verilen davette şuh edalı bir kadına
hafiften gözünün kayması ve içinde anlık bir şehvetin uyanması şaşkınlık
uyandırmaktadır. Akakiy de topluma yabancılaşmıştır; ancak bütün bunlara sebep
olan “palto”dur. Samsa‟nın kız kardeşi, yapıtın sonuna doğru anne ile baba
tarafından ailenin umutlarını bağladığı kişi olarak gösterilir.
Yabancılaşmanın yeni kurbanı olarak Grete ön plana
çıkar. Bu durum modern yaşamda işlevini yerine getiremeyen bireylerin
dışlanarak sistemin yeni kurbanlar seçmesine bir örnektir. Zamanın her anını
ötekilere ayıran insanın ötekileştirilmesi ve işlevsizleşmesi sonucu
dışlanması, bireysel boyuttan toplumsal boyuta yabancılaşmanın etkisini
gösterir. Bu etki toplumsal baskı ile etkisini iyice artırarak bireyi içinden
çıkılmaz bir yabancılaşmaya doğru sürükler (Çiçek, 2015). Akakiy‟in toplum
içindeki değersizliği ve zayıflığı, kendisinin de kabullendiği konumu,
konuşmalarından da hissedilir. Nitekim o, rahat rahat iletişim kuramaz. Hep
kısık sesle, bitmeyen cümlelerle derdini anlatır. Parasıyla paltosunu tamir
ettirmek istediği terzi karşısında bile tutuktur. Çevresiyle konuşmak istemez
gibidir. Sanki kendini ifade etmeye gücü yoktur. “Palto”ya sahip olduktan sonra
ise kendini amiri, baş komiser ve önemli kişi ile konuşacak hatta uygunsuz
olarak yardım isteyecek kadar güçlü görmektedir. Samsa ise, böceğe dönüştükten
sonra kendi sesini bile tanıyamaz. Böceksi bir sesi vardır ve artık kimse onu
duymaz. Hatta aradan geçen süre ile birlikte ailesi onun kendilerini
anlamadığını düşünmektedirler. Her iki karakter de hem kendilerine hem de
topluma yabancılaşmışlardır. Böceklik maskesi bu durumu daha çok ortaya
çıkardığı gibi “palto”nun oluşturduğu yüzeysel maske de bunu gizleyememektedir.
Toplumun fark etmediği, yok saydığı Akakiyeviç, yalnızdır. Ailesi, yakını,
arkadaşı yoktur. Sahip olduğu değerli bir eşyası da yoktur. "Palto” hayali
ise Akakiy Akakiyeviç'in yaşamını doldurur, renklendirir. Kendini evlenmiş,
yanında canlı bir varlık varmış gibi hisseder. Yalnızlıktan kurtulduğunu, hayat
yolunda sevimli bir hayat arkadaşıyla elele yürüdüğünü sanmaktadır. Akakiy
Akakiyeviç canlanır, önünde belirli bir amacı olan her insan gibi daha kesin,
kararlı hareket etmeye başlar (Süer, 1987). Bu anlamda “palto” onun için sadece
bir giysi olmaktan daha öte bir şey haline gelir. Yazarın şu ifadeleri bunu
ortaya koyar:
Sanki yaşamında
eksik olan bir şeyin yarattığı boşluk doldurulmuştu; sanki evlenmişti, sanki
yanında, yaşamakta olduğu anı paylaşan biri vardı, artık yalnız başına değildi;
sanki hoş bir hayat arkadaşı önünde uzanan yaşam yolunu kendisiyle birlikte ve
el ele yürümeye razı olmuştu. Takdir ederseniz ki bu hoş hayat arkadaşı, kalın
vatkaları ve dayanıklı bir astarı olan paltosundan başkası değildi (Gogol,
2014, s.30-31).
Gregor Samsa da
çokluk içinde yalnızlık çekmektedir. Böceğe dönüşmeden önce bir ailesinin
olduğunu düşünse de aslında onun üzerinden beslenmekten başka bir şey
istemediklerini fark eder. Gregor‟un ailesi ile ilişkisi, tuhaf bir dayanışma
ya da kullanma ilişkisine karşılık gelmektedir. Akakiy, babası ile hiç tanışmaz
hatta babasının ismini alması komik bir öğe olarak karşılanır. Gregor ise,
babasının baskısı altında ezilir. Kafka, böcekleşmeyi, fiziksel olarak olmasa
da içsel olarak babasının yaşadığını duyumsatır. Her iki yapıtta anne figürü
farklıdır. Gregor Samsa‟nın annesi hastalıklı bir yapıya sahip olsa da oğlunu
sever ve onu korumaya çalışır. Akakiy‟in annesi ise güçlü bir karaktere
sahiptir; ancak oğlunu önemsememekte hatta ondan yaşamın intikamını almak
istemektedir. Her iki merkez karakterinde değersizleştirme, çöpler üzerinden
imgeleştirilmiştir. Akakiy‟in değersizliği “Ayrıca her nasılsa tercihini, hep o
sırada pek de temiz olmayan bir şeylerin atıldığı pencerelerin altından
geçmekten yana kullanıyor, dolayısıyla şapkasının üzerinde her daim karpuz
kabuğu parçaları veya benzeri çöpler taşıyordu” (Gogol, 2014, s.14)
tümceleriyle biçimlendirilir. Gregor, böcekleşmesini tamamlarken odasının
pislik ve dışkılarla dolu olduğu kendisinin artık temiz olmayı umursamadığı
belirtilir. Öyküde, Samsa‟nın fiziksel durumunda meydana gelen değişim,
yaşamıyla ilgili bütün ayrıntılara ilişkin diğer değişimleri de beraberinde
getirmektedir. Bu apansız değişim sonrasında Samsa‟nın fiziksel becerilerinde,
yaşadığı ortamda, aile içindeki konumunda / hiyerarşisinde ve ailedeki
bireylerin ona karşı tutumlarında köklü değişmeler ortaya çıkmaktadır. Değişim,
oğulun babanın karşısında her zaman daha ezik durumda kalmasını sağlayan bir
araçtır. Şöyle ki, değişimden önce Samsa, ailenin geçimini sağlamakla
görevliyken, babası aile içinde ikinci plandadır. Ancak birdenbire oluşan bu
değişime bağlı olarak, baba yeniden güç kazanmış ve otoriteyi eline
geçirmiştir. Babanın otoritesi ve baskısı çoğu zaman şiddet eylemlerine kadar
varmıştır. Örneğin, hikâyenin başlangıç kısmında baba, Samsa‟nın sırtına
bastonla vurmuş (Keskin 2015, s. 19), öykünün son kısmında ise Samsa‟nın
ölümüne neden olacak yarayı açan cisimleri fırlatmıştır (Tokdemir ve Diler,
76-77).
Kapitalist sistemin de bir eleştirisi olarak anlam
yüklenen merkez karakterlerin gerektiği gibi çalışmaması, en azından
üst-otoriteye göre, verimli ve yeterli performans göstermemesi, onu
basitleştirdiğinin, indirgediğinin belirtisi olarak anlaşılabilir. Her iki
merkez karakterin de para biriktirmek zorunda olmaları otoriteye karşı
sinmelerine neden olmuştur. Kişiliksiz, kimliksiz, tepkisiz, zavallı memur
yaratımı söz konusudur. Yapıtın ana temasını da veren “mühim adam – memur”
karşıtlığında Akakiyeviç, memuru temsil eder. Paltosu için müracaat ettiği
mühim şahsiyete sekreteri Akakiy‟in geldiğini haber verdiğinde amirin “Kimin
nesiymiş peki?” sorusuna karşılık “Bir memur” cevabını aldıktan sonra “A!
Bekleyebilir öyleyse. Şu anda hiç vaktim yok.” (Gogol, 2014, s.57) demesi egemen
sınıfın kendileri dışında, alt tabakada çok küçük idealler uğruna, zorluklar
içerisinde bir hayat süren isimsiz, unvansız insanlara bakışını verir.
Gregor Samsa‟nın, işe gitmeme nedenini öğrenmek için
gelen temsilciye-böcek olduğu hâlde- ne cevap vereceğinin düşüncesinde
boğulması; üst-otoriteye karşı yeterli performans gösterilmediğinde bu durumun
korkuya ve sinmeye yol açtığının göstergesidir. Her iki kahramanın ölümü de
fark edilmeden, hiç yaşamamışlar gibi gerçekleşir. Gregor‟un dönüşümünden sonra
ailesi ondan uzaklaşır ve onu istenmeyen bir fazlalık olarak görürler.
Gregor‟un ölümü de onlar için bir şey ifade etmez ve öldüğü gün uzun zamandır
yapmadıkları şehir gezisini yapmak üzere evden ayrılırlar. Gregor Samsa,
yaşadığı bütün zorluklara ailesi için katlanır ama ailesinin ona olan tutumuna
ve yabancılaşmasına karşı ölüme karşı durmak istemez. Sonunda “şey” diye
adlandırılarak yaşlı-dul hizmetçi tarafından ölüsü kaldırılır. Akakiy de
“palto”su için verdiği çaba karşısında yenik düşünce hastalanır, ölür ve ucuz
bir tabutla gömülmesi uygun görülür. Akakiy‟in de ölüsünü yaşlı-dul ev sahibesi
kaldırır. Gregor Samsa böceğe dönüşmüş bir biçimde ölürken Gogol da Akakiy‟in
ölümünü böceklikle ilişkilendirir. Kimsenin
korumadığı, hiç arkadaşı olmayan, hayatı boyunca hiç kimseden içten bir
yakınlık görmemiş, bir böceği iğneyle tutturup mikroskop altında inceleme
fırsatını kaçırmayan doğa bilimcilerin ilgisini bile çekmeyen bir insan evladı
bu dünyadan böyle göçüp gitti (Kafka, 2016, s. 58).
Gregor Samsa, ölümü kabullenir hatta ölümü bekler,
ister dönüştüğü bu yeni kimliğin getirdikleri ile başa çıkamaz; ancak Akakiy
ölümü kabullenmez. Hayalet olarak geri döner ve kendisini önemsemeyen, küçük
gören mühim şahsiyet karşına dikilerek “palto”sunu yani içinde bulunmak
istediği kimliği zorla da olsa geri almak ister.
Sonuç
Gogol ve Kafka‟nın yapıtları birbirinden tamamen
farklı konuları ele almışlardır. Her yönüyle özgün yapıtlardır. Dönem
itibariyle Palto adlı yapıtın, Dönüşüm‟den önce yazılmış olması Palto‟yu öncelikli
kılarak diğer yapıtı ona göre inceleme kuralının benimsenmesine yol açmıştır.
Her iki “küçük insan” figürü de modern toplumun
yabancılaştırdığı, yalnızlaştırdığı, kapitalist sisteme boyun eğmek zorunda
olan kişilerin yansımasıdır.
Kaynak: Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim
Dergisi Sayı: 7/3 2018
8 Ekim 2018 Pazartesi
Metaforlar ve Orhan Veli Şiiri
Metaforlar ve Orhan Veli Şiiri
Kayhan ŞAHAN - Dr. Öğr. Üyesi; İstanbul Kültür Üniversitesi
Kayhan ŞAHAN - Dr. Öğr. Üyesi; İstanbul Kültür Üniversitesi
Disiplinler Üstü
Bir Kavram Olarak Metafor
1980 yılında
George Lakoff ve Mark Johnson‟un yayınladıkları “Metaphors we live by” isimli
kitap neredeyse tüm dünyada ilgi odağı haline gelmiştir. Metaforu figüratif bir
unsur olmaktan çıkarıp zihnin işleyişinin bir parçası haline getiren kavramsal
metafor teorisi, nörotik çalışmalardan, psikiyatriye, psikolojiye ve edebiyata
değin derin yankılar bulmuştur. 1980 sonrasında neredeyse hiçbir metafor
çalışması bu eseri refere etmeden yazılmamıştır. İnsan zihnine giden yol
elbette bize kültür ve medeniyet araştırmalarında da kapı açmıştır. Günlük dilde
metafor kullanımı hem kişisel bazda hem de toplumsal bazda verilerin elde
edilmesini sağlar. Metinde ya da konuşmada bir kişinin dilsel ifadeleri
çözümlenerek zihninde nasıl bir haritalamaya sahip olduğu görülebilir. Bir
nesneyi, düşünceyi, duyguyu nasıl ve ne ile kavramsallaştırdığı;
yazar/konuşucunun bakış açısını, anlayışını gösterir. Zihni yapılandıran bu kavramsallaştırmalar;
kişinin yeni bir yaratımı ya da kültür, coğrafya, toplum etkisi ile şekillenmiş
geleneksel formlar olabilir. Dolayısıyla kişinin yeni kavramsallaştırmaları ve kültürün,
coğrafyanın etkisi ayrıştırılabilir. İncelemenin ölçeğinin büyütülmesi ile de
bir toplumun ortak kanıları ve etkilendikleri olaylar, düşünceler, coğrafi
şartlar gibi veriler elde edilebilir.
İnsanoğlunun
tecrübelerinde şekillenen evrensel metaforlar ve kültürün yarattığı geleneksel metaforlar insanın bilinçaltının
şekillenmesinde pay sahibidir. Bu metaforları kullanmamak gibi bir durum söz
konusu olamaz. Dilin de yapılandığı zihinlerimiz, günlük dilde de sanat
eserinde de metaforlarla düşünecektir: Metaforik düşünüp düşünmeme hakkında bir
seçim şansınız yoktur. Metaforik eşleşmeler beynimizin parçası olduğundan,
istesek de istemesek de metaforik olarak
düşünür ve
konuşuruz. Metafor mekanizması büyük ölçüde bilinçdışı olduğundan, bunu bilelim
yahut bilmeyelim, metaforik olarak düşünür ve konuşuruz. Ayrıca, beyinlerimiz
cisimleştiğinden, metaforlarımız dünyadaki olağan tecrübelerimizi yansıtır.
Kaçınılmaz şekilde bir çok birincil metafor evrenseldir, çünkü, metafora uygun
niteliklerle ilgili olduğu kadarıyla, herkes temelde aynı beden ve beyin türüne
sahiptir ve yine temelde aynı tür çevrelerde yaşar.
Kavramsal
metafor teorisi; eğitim alanında anadilin öğretilmesinden, öğrencinin okula,
öğretmen
adayının mesleğe, öğrencilerin derslere, öğretmenlerin okul yönetimine ve daha
bir çok değişken ile bakış açılarının değerlendirilmesinde, bilimsel veriler
toplanmasında ve analiz edilmesinde önemli bir rol oynamaya başlamıştır.Teori,
reklam incelemelerinden müziğe, sosyolojiye , din bilimlerine değin
Türkiye‟deki çalışmaları etkilemiştir. Psikoloji ve psikiyatride de
danışanın/hastanın zihninin derinliklerine inmede metaforlardan etkin biçimde
yararlanılır. Özlem Karaırmak ve Berna Güloğlu da bir makalelerinde metaforları
hem zihni şekillendirmeleri hem de kültürel mirasın etkisini tümüyle taşımaları
bakımından değerlendirirler. Edebiyat ve sanat eserlerinde metaforların
tespitinin de kişisel, kültürel, ulusal algıyı çözümlemesi sayesinde insan
zihnine giden yolda, terapötik kullanım açısından sağlayacağı yararlar üzerinde
dururlar.
Edebiyat ve Metafor
Yazarlara göre metaforun mekânı kelimeler değil
kavramlardır. Metafor, benzerlikte temellenmez. Metafor genellikle tecrübemiz
içinde kesişen bağlantılarda temellenir ve metafor dâhilindeki iki alan
arasında algılanan benzerlikler doğurur. En derin, en daimi kavramlarımız;
zaman, olaylar, nedensellik, ahlak ve zihnin kendisi bile çok yönlü metaforlar
aracılığıyla anlaşılır ve muhakeme edilir. Her bir durumda, bir kavram alanı
(söz gelimi, zaman) hakkında, konuşulduğu ölçüde, bir başka alanın (söz gelimi,
uzay) kavram yapısına göre akıl yürütülür. Metafor kavramının kapsam alanını
genel hatlarıyla çizen Lakoff ve Johnson, metaforik kavramların sistematikliği
ve gündelik dilde kullanımının faaliyetlerimizi yapıya kavuşturması üzerine
“time is money (vakit nakittir/zaman paradır)” örneğini verir. Zamanı para
olarak kavramsallaştırmanın dilsel kullanımda karşılığı İngilizcede olduğu
kadar Türkçede de yaygındır: “Zamanımı harcıyorsun; Bu cihaz saatlerini
kurtaracak; Sana harcayacak vaktim yok; Bu patlak lastik bir saatime mâl oldu;
Zamanımın çoğunu ona harcadım; Buna harcayacak kadar zamanım yok; Seninle zaman
harcamaya değer mi; Zamanını ekonomik kullanmıyorsun” vb. Günlük hayatımızda
kavramsallaştırdığımız onlarca yapıyı farkında olarak ya da olmayarak
kullanmaya devam ediyoruz: fikirler binalardır (düşüncelerinin temeli sağlam
değil); hayat yolculuktur (yoldan çıktı, yolun sonuna geldin); ölüm son
yolculuktur (dönen yok seferinden, son yolculuğuna uğurlandı); ömür bir yıldır
(hayatının sonbaharında) vb. Zihnimizde yapılanan metaforlar dilsel ifadelerde
kendine yer bulurlar ve tespit edilmeye çalışıldıklarında da yine bu
ifadelerden çıkarımla ortaya konulabilirler. Özetle, en temel yapı ifade
edilmek istenirse metafor; benzerlik temeli üzerine inşa edilmez, kavramsal
alanların eşitlenerek haritalanması prensibine dayanır ve zihindeki varlığı ile
dilsel ifadeleri etkiler. Metaforlar; zihnin, dil yolu ile ifade ettiklerinden
çıkarımlanır.
“Gerçek”in Peşinde Garip Mukaddimesi
İnsanın var olduğu süre boyunca zihnine şekil veren
bir yapılanmadan söz edilince – zihinden dile aktarım söz konusu olduğu için iletişim
kurulmasının öncesinden dahi bahsedilebilinir– Türk şiir tarihi içinde
kendisinden önceki anlayışı yıkmak çabasına giren Orhan Veli Kanık üzerine bir
incelemenin oldukça ilginç sonuçlar verebileceğini düşündük. “Eskiye ait olan
her şeyin, her şeyden evvel de şairanenin aleyhinde bulunmak lâzımdır” diyen
Orhan Veli şiir üzerine görüşlerini açıkça belirtmiştir. Kanık, şiir zevkine ne
heyecan ne de güzellik katamayacağından vezin ve kafiyeyi gereksiz bulur.
“Gerçek” kıymeti gizlediği için sanatların tedahülünün de tümüyle karşısında
durur. Orhan Veli eski şiiri „sahte‟ bulur diyebiliriz. Ona göre anlamın
süslenmesi, benzerlik üzerinden somut/soyutlanması ya da aktarılması kelimenin
üstlendiği manaya zarar verir. Bu zarar ise “gerçek”in ortaya konulması
noktasında gerçekleşir. Orhan Veli için kelimeler “şey”lere işaret eder ve bu
“şeylerin işareti” doğrudan “gerçek”i gösterir. Bugün itibariyle elbette Kanık’ın
görüşüne katılmak mümkün değildir ancak bu kesinlikle başka bir uzun tartışmayı
gerektirir. Kanık gibi düşünmeye çalışırsak; kelimeler şeyleri, şeyler gerçeği
yansıtıyorsa bunların süslenmesi/aktarılması bir nevi çarpıtma, gerçekten
uzaklaşma, sahteleşme olacaktır. Orhan Veli’nin herkesçe malum bu görüşlerine
derinlemesine girmeden, üzerinde duracağımız Kanık’ın edebi sanatlarla ilgili
görüşlerini alıntılıyoruz:
“Teşbih, eşyayı olduğundan başka türlü görmek zorudur.
Bunu yapan insan acaip karşılanmaz, kendine hiçbir gayri tabiîlik isnad
edilmez. Halbuki teşbihten ve istiareden kaçan, gördüğünü herkesin kullandığı
kelimelerle anlatan adamı bugünün münevveri "garip" telâkki
etmektedir. Hatası, muhtelif Deviation'lavla gelinmiş bir şiir anlayışını
kendine çıkış noktası yapmasıdır. Yazının peyda olduğu gündenberi yüz binlerce
şair gelmiş, her biri binlerce teşbih yapmıştır. Hayran olduğumuz insanlar
bunlara bir kaç tane daha ilâve etmekle acaba edebiyata ne kazandıracaklardır? Teşbih,
istiâre, mübalağa ve bunların bir araya gelmesinden meydana çıkacak bir hayal
zenginliği, ümit ederim ki, tarihin aç gözünü artık doyurmuştur.”
Garip Önsözü, bir yandan Orhan Veli şiiri hakkında
çokça ve yaygın bilgi oluşmasını sağlarken bir yandan da Kanık’ın diğer tüm
yazılarının önüne geçtiği için onların bilinirliğini azaltmıştır. Orhan Veli
yalnızca şiir hakkında değil tüm sanatlar hakkında bahsetmek hakkına sahip
olduğunu hatta vazife olarak üstlenmesi gerektiğini düşünür. Yüksek tutarlılık gösteren sistemli bir sanat
fikri iddiası taşımasalar da birkaç yazısında Kanık; benzetme, sanat eserini
tanımlama, anlamlandırma gibi konularda çağının çok ötesinde görüşler
bildirmiştir. Ancak diğer taraftan da sanat, özellikle de resim –Picasso ve
Kübizm– üzerine görüşlerine bakıldığında şairin şiirde bu denli “gerçek”i
araması şaşırtıcı olmaktadır: “Evet, bu
şekiller tabiattaki şekillere benzetilerek yapılmıştır. Fakat bunlar onların
bir nevi stylisation'udur; yani, dış âlemin sanat ölçüleri içine girdiği zaman
aldığı haldir. Tıpkı halılardaki, kilimlerdeki, mozaiklerdeki, çinilerdeki
şekiller gibi. Niçin o kilimlerdeki, o çinilerdeki şekiller üzerinde durup o
şekillerin sanat değerlerini herhangi bir tabiat parçasına benzeyip
benzememeleriyle ölçmüyorsunuz? Niçin o şekillere bakıp tabiatta böyle kuş
yahut ağaç olur mu diye çıkışmıyorsunuz? Onlara bağışladığınız bu hakkı niçin Picasso'ya
çok görüyorsunuz? Bu iki sanat tezahürü arasında ne biçim farklar yahut ne
biçim benzerlikler olabileceğini düşünmeye niçin yanaşmıyorsunuz?
Yanaşmıyorsunuz, çünkü kolay tarafından, hazır tarafından konuşmak
istiyorsunuz. Gelin, o türlü düşünmediğiniz, düşünmeye yanaşmadığınız şeyin ne
olduğunu size kısaca biz söyleyelim. Halı ve çini resimleriyle Picasso'nun
resimleri arasında fark, birincisinde tabiatın daha eski İkincisinde ise daha
yeni, daha bilinmedik bir sanat düzeni içinde ifade edilmiş olmasıdır.
Birincisi size babadan kalmış, onu, kabul edilmiş bulduğunuz için kabul
etmişsiniz. İkincisine gelince... Kabul edemezsiniz. Hele ona da biraz alışın,
onun da bir geleneği kurulsun, ondan sonra. Belki de bu saadet torunlarınıza
nasip olur.”
Orhan Veli sanatçının ve sanatın halkın yanında
kıymetleneceği fikrini savunurken aslında sanatın varoluşu, sanat eserini
yorumlama konularında değerli fikirler ortaya koyar. Resim konusundaki
anlamlandırma meselesini Orhan Veli malum şiir anlayışının yanına dahi
yaklaştırmaz. Ayrı ayrı sanatların ayrı ayrı meseleleri olduğunu ancak
bazılarının birbirine tatbik edilebileceğini düşünen şairin resim sanatına
tanıdığı özgürlüğü şiire tanımadığını biliyoruz: “… Bu nokta resim sergilerinde
resimlerin eşyaya benzeyip benzememesi şeklinde meydana çıkıyor. Diyorlar ki:
"Bu ne biçim armut? Nesi armuda benziyor bunun?" Sanki ressam armut
yapmak istemiş. Armut yapmak isteseydi, belki gider bahçesine armut ağacının
tohumunu ekerdi. Ne lüzum vardı resim yapmasına. "Armuda benziyor mu,
benzemiyor mu?" diye düşünmek akıllarına geliyor da, "Resme benziyor
mu, benzemiyor mu?" diye düşünmek akıllarına gelmiyor. Ressamın işinin,
armut yapmaktan çok resim yapmak olduğunu hatırlamak istemiyorlar. Bunu hatırlamadıkları
için de "Anlamıyoruz" deyip işin içinden çıkıveriyorlar. Sanki bir
şeyden hoşlanmaları için anlamaları şartmış.”
Özellikle şiirde anlam konusunda taviz vermeyen
tavrını bildiğimiz Orhan Veli; görmek, anlamak, beğenmek konusunda görsel
sanatlara yaklaşımında farklı bir yüzünü gösterir. Özellikle yukarıda
bahsettiğimiz “şeylerin gerçeğe işaret etmesi” konusu göz önünde
bulundurulduğunda bu farklı bakış açısı daha net ortaya çıkacaktır. Armut
resminin armut meyvesine ya da bir göl manzarasının coğrafi anlamda su
birikintisine işaret etmeme ihtimalini düşünen Orhan Veli, “kelimelerin şeylere
işareti” söz konusu olduğunda işte bu noktayı atlamıştır denilebilir. Resmin,
görsel unsurların işaret ettiği “şey” ile kelimelerin işaret ettiği “şey”
konusunda Orhan Veli‟nin zihninde ciddi bir ayrım söz konusudur: “Anlamak bahsi üzerinde küçük bir şey daha
söyleyeyim. Bu boyuna anlamaktan dem vuran insanlar anlamak'la neyi
kastediyorlar acaba? Her gördükleri şeyi anlıyorlar mı? Mesela bir manzara
seyrediyorlar, anlıyorlar mı o manzarayı? Yahut bir kuş görüyorlar; anlıyorlar
mı o kuşu?” Benzetme temeli üzerine kurulan edebi sanatlar çoğu kez
anlaşılırlığı artırma ve soyutu somutlama çabası ile açıklanırken Garip
şairleri bu sanatlardan kaçarak “gerçek”i yansıtacakları fikrine nasıl ulaştılar?
Sanıyoruz ki en büyük etken dönemin de etkisi altında şiire yüklenen misyon
olmuştur. Yoksa resimde armutta armudu aramak kabahatken şiirde armuda armut
demek kabul görmemeliydi. 1947 yılında Melih Cevdet, Garip şiirinin tuttuğunu
şöyle örnekler:
“Ünlü hekimlerimizden biri, Cafer Tayyar Kankat son
İstanbul seçimlerinde bağımsız adaylığını koymuş, bir de yeni şiirlerin
başarılarını göz önüne alarak o tarzda bir beyanname hazırlamış. Ben bu
beyannamenin bir parçasını gördüm. İşte onda ne vezin var ne kafiye:
Sokak başlarında bedava hamamlar kuracağım
Beş bin yatılı okullar
Şehirlerde mikropsuz sular
Halkı karabasanın elinden kurtaracağım
Milletvekili olursam
Milletvekili olursam
Demek ki yeni şiirimiz her sınıftan, her meslekten
yurttaşa duygularını, düşüncelerini rahatça söylemek kolaylığını veriyor. Artık
bu şiirin tutmadığını, halka inmediğini söyleyemeyiz.”
Bu bakış açısının niteliği doğrudan etkileme ihtimali
elbette ortadadır. Ancak bizim üzerinde durmak istediğimiz nokta şudur:
meseleleriyle, söylemiyle, söz varlığıyla ve üstlendiği misyonuyla bu kadar
halkın içinde ve halkın yanında olma iddiası taşıyan bir şiir anlayışı nasıl olur
da bir milletin dilindeki metaforlardan uzak durabilir? Ya da daha doğru bir
ifadeyle böyle bir şey mümkün müdür?
Orhan Veli Şiirinde Birincil Metaforlar
Metaforlar, insanoğlunun deneyimlerine dayanır ve
büyük ölçüde toplum, kültür, tarih gibi etkenler ile yeniden şekillenir. Çoğu
kez insan zihni, standart dil konuşucusu olarak bu metaforları bilinçdışındaki
yapılanma sonucu farkında olmadan kullanır. İnsanlığın deneyimleri üzerinde
oluşan; toplumun kültür, din, ırk, coğrafya gibi etkenler ile şekillenmiş
bilinç ve bilinç dışı düzeylerinde ortaya çıkan bu birincil metaforlar, edebi
eserlerde de kendisine yer bulur. Toplum hafızasında yer eden bu metaforlar,
olduğu gibi sanat eserlerine geçer. Sanatçının ortak bilinci kullandığını ya da
ortak bilincin sanatçıyı etkilediğini ortaya koyan metafor örneklerine sıkça
rastlarız.
Asım Bezirci Orhan Veli şiirini eski şiirler ve yeni şiirler
olarak ikiye ayırır. Bezirci, Kanık’ın eski tarz şiirleri 1936 ve öncesinde
çoğu kez Mehmet Ali Sel imzasıyla yayınlandığını; bu bilgilere de şairin eski
yazı şiir defterlerinden ulaştığını belirtir. Melih Cevdet de Orhan Veli
şiirini üç döneme ayırır: Garip öncesi şiirler, Garip esprisindeki şiirler,
garip esprisinden ayrıldığı şiirler. Eski ve yeni tarzda şiirlerinin bütünü
üzerinden birkaç metaforik yapıya bakarken şiirlerin altında yayın tarihlerinin
bulunması takip açısından kolaylık sağlayacaktır. Şairin Bütün Şiirleri adını
taşıyan eserinin tasnif yöntemi de bu karşılaştırmalara kolaylık sağlayacak
şekilde hazırlanmıştır: sağlığında yayımlananlar, ölümünden sonra
yayımlananlar, dergilerde yayımladığı ama kitaplarına almadığı yeni biçimli şiirler
vb.
Orhan Veli, Rahat
şiirini insanlığın en temel deneyimlerinden biri üzerine kurmaktadır. Kavganın
bitmesini ölmek ile eşleyen Kanık, şiirinde HAYAT KAVGADIR metaforunu kullanır.
Bu metaforun alt yapısını oluşturan daha temel bir metafor ise HAYAT
MÜCADELEDİR olacaktır. Bu temeldeki birincil metafor üzerine Türkçede birçok
yapı oluşturulur: Yaşam mücadelesi vermek, yaşam savaşı vermek, var olma
savaşı, hayat kavgası, hayatta havlu atmak gibi. Yaşamak için bir mücadelenin
verildiği temeli üzerine mücadelenin türleri değiştirilerek yapı genişletilir.
Ekmek davası ifadesi bu türe bir örnek olarak verilebilir. Ekmeğin aslanın
ağzında olması da verilecek hayat mücadelesinin zorluğunu göstermek için
yaratılmış bir ifadedir. Türk toplumunun temel ihtiyaçların tümünü ve manevi
birçok değeri üzerine yüklediği ekmek kelimesi, hayatta kalma mücadelesi içinde
temel hedef olarak yerini alır. Orhan Veli de bu kavganın en temel unsurlarını
şiirine katar: Acıkmak, uyumak gibi. Kavganın bitmesini dilemek de ölmeyi
istemek anlamına eşleştirilir. İnsanoğlunun temel deneyimlerinden biri şiirin
zeminine yerleştirilmiştir.
Rahat
Şu kavga bir bitse dersin,
Acıkmasam dersin,
Yorulmasam dersin;
Çişim gelmese dersin,
Uykum gelmese dersin;
Ölsem desene!
(Yaprak, 1.2.1950)
Orhan Veli aşağıdaki Rubai şiirinde de Türkçede sıkça
karşılaştığımız, Türk toplumunun insan kavramını ele alırken kullandığı
birincil bir metaforu kullanır: İNSANLAR BİTKİLERDİR. Türk toplumu birçok yönü
ile bu metaforu genişletir. Bitkinin cinsi, yaşı, nesnel özellikleri insan
kavramı ile eşleştirilmesinde rol oynar: Genç yaşın fidan olması, ağacın yaş
iken eğilmesi, tohum, başak, yine yaş ile ilişkili çınar, hatta yapısal
özelliği ile odun gibi. Nasıl ki “Ağaç yaprağıyla gürler, Ağaç ağaç içinde büyür,
Ağaç düşse de yakınına yaslanır” gibi atasözlerinde metaforun kavramsal alanı
kullanıldıysa Orhan Veli de bu durumdan faydalanarak şiirini oluşturur.
İNSANLAR BİTKİLERDİR metaforu Türkçede sayısız dilsel ifadede kendini gösterir:
Sararıp solmak, ağaç olmak, ot gibi yaşamak, yeşillenmek, aşkın meyvesi, kök
salmak, yaprak dökümü, hudâyî-nâbit gibi.
Rubai
Ömrün o büyük sırrını gör bir bak da
Bir tek kökü kalmış ağacın toprakta
Dünya ne kadar tatlı ki binlerce kişi
Kolsuz ve bacaksız yaşayıp durmakta.
(Aile, Nisan 1951)
Orhan Veli, birden fazla birincil metaforu Buğday
şiirinde kullanır. Rubai isimli şiirindeki gibi İNSANLAR BİTKİLERDİR metaforunu
insan buğday eşleşmesi ile şiirine yansıtır. Orhan Veli tarlada buğdayların
görüntüsü ile uçsuz bucaksız alayı rüzgârda bir hasada bırakır. İNSANLAR
BİTKİLERDİR metaforunun kökeninde elbette dini etkenler de bulunmaktadır. Tarla
ve tohum ilişkisi üzerinden hasat bir son olarak kurgulanırken Azrail‟in orak
ile temsili de yine önemli bir etkendir. Beşinci kıtada yer alan „Yusuf‟
göndermesi ile şair ömür ve düş arasında da bir haritalama yapar. Bir sonraki
kıtada ise „Ömer‟ göndermesi ile de hayatın adaletsizliği vurgulanır. Hasat
edilen buğdayların savruluşu esnasında gölgelerin uzaklaşması da yine bir
metaforun dilsel ifadeye yön vermesidir. ÖMÜR BİR GÜNDÜR metaforu ve ömrün
sonunun akşam ile güneşin batması ile haritalanması; realitede de güneşin
dünyaya daha dar bir açı ile vurması sonucu gölgelerin yerde uzamasını
sağlamaktadır. Gölgelerin yerde uzaması, güneşin batıyor olması ömrün son
demine gelindiğine işarettir. Güneş tutulması ise ışığın kesilmesi, gölgelerin
yok olması yani ölümün gelmesi ile eşleştirilmiştir. Bu yaklaşım da YAŞAM
AYDINLIKTIR, ÖLÜM KARANLIKTIR metaforları ile alakalıdır ki Orhan Veli’nin Güneş
isimli şiirinde bunun etkisini daha net görmek mümkündür. Şiirdeki son iki kıta
ise HAYAT BİR YOLCULUKTUR, ÖLÜM SON YOLCULUKTUR, ÖLÜM YENİ BİR BAŞLANGIÇTIR
metaforları ile kurulur. Standart dilde “hepimizin gideceği yer aynı, ölümden
öte köy yok” hatta “tahtalıköy” ifadelerinde kendini gösteren toplumsal
hafızanın anlayışı, şiirde “Seferi aynı köye herkesin” şekline bürünür. Hayat
denilen yolculuğun üzerinde kervansaray, mezar/mezarlıktır ve yolculuğun
sonunda varılan yer gerçek bir son değildir. Ölüm herkesin aynı tay aynı eyer
ile gittiği, yeniden başlayacak hayatın kurulduğu bir dünya, bir köy olarak
görülür. Ölüm gidilecek bir yer, öbür dünyadır.
Buğday
Düzüldü uçsuz bucaksız alay,
Çıngıraklar çalar kapılarda.
Düzüldü uçsuz bucaksız alay,
Bak, son hasad başladı rüzgârda.
Okundan ayrılmak üzere yay,
Kuyuların ağzı genişledi.
Okundan ayrılmak üzere yay,
Korku tâ kemiğime işledi.
Savruluyor gökyüzünde buğday,
Gölgeler uzaklaşıyor yerde
Savruluyor gökyüzünde buğday,
Tanrım! Tanrım! Bir deva bu derde.
Düzüldü uçsuz bucaksız alay,
Çıngıraklar çalar kapılarda.
Düzüldü uçsuz bucaksız alay,
Bak, son hasad başladı rüzgârda.
Undan bize de pay, bize de pay,
Koşun, buğday dağıtıyor Yusuf.
Undan bize de pay, bize de pay,
Çökmeden sonu gelmiyen küsuf.
Eriyecek tencerede kalay,
Çocuklar ağlaşmasınlar dağda.
Eriyecek tencerede kalay,
Yetişmiyecek Ömer imdada.
Altında aynı eyer, aynı tay;
Arayıcısı herkes bir sesin.
Altında aynı eyer, aynı tay;
Seferi aynı köye herkesin.
Artık kuruldu bu kervansaray,
Boşuna düşünür ihtiyarlık.
Artık kuruldu bu kervansaray,
Şimdi seslerle dolu mezarlık. (Varlık, 15.1.1937)
Orhan Veli‟nin Helene İçin isimli şiirinde de ölüm
sonrası için yerleşilen bir şehir kurgusu vardır. Helene İçin
Ötesi yok şehre ulaşınca kaderin yolu
Pişman bir el kapayacak kapısını ömrünün;
Hatırlayacaksın beni gözlerin yaşla dolu,
Güzelliğin yalnız mısralarımda kaldığı gün. (Mehmet
Ali Sel adıyla, Varlık, 1.6.1937)
Hem kaderin götürdüğü kaçınılmaz yolun vurgusu hem
ulaşılan yerin ötesinin yok oluşu hem de ulaşılan yerin şehir oluşu “Seferi
aynı köye herkesin” yapısı ile aynıdır. Kaderin yolu HAYAT BİR YOLCULUKTUR,
ötesi yok ÖLÜM SON YOLCULUKTUR, şehir ÖLÜM YENİ BİR BAŞLANGIÇTIR, ÖLÜM SON
VATANDIR birincil metaforlarının yani toplumsal bakış açısının Orhan Veli
şiirindeki yansımalarıdır. Yaşam, hayat kavramını başka kavramların alanı ile
ifade eden Türk toplumu ölüm kavramını da başka alanlar aracılığıyla ifadeye
döker. Yaşamı en çok hayat bir yolculuktur şeklinde kavramsallaştıran toplum,
ölümü de çoğu kez YOLCULUK ve SON YOLCULUK ile şemalar. Dini inançların
şekillendirdiği ölüm sonrası fikri ve tekrar birlikte olma durumu ise, ÖLÜM
AYRILIKTIR metaforunu oluşturur. Ölüm, ebedi kavuşma öncesi kısa süreli bir
ayrılık olarak kavramsallaştırılır. Dünya hayatının getirdiği fiziksel
ayrılığın kavramsal alanı ölüm üzerine haritalanır. Orhan Veli de ÖLÜM
AYRILIKTIR metaforunu şiirinde doğrudan kullanır ve haritalamanın bazı
unsurlarına yer verir. Yatağın hala sıcak olması ve ölünün kolundaki saatin
hala çalışıyor olması ölümü dünyevî bir ayrılığa daha da yakınlaştırmak üzere
kurgulanır.
Yaşamak
…
II
Biliyorum, kolay değil yaşamak;
Ama işte
Bir ölünün hâlâ yatağı sıcak,
Birinin saati işliyor kolunda.
Yaşamak kolay değil ya kardeşler,
Ölmek de değil;
Kolay değil bu dünyadan ayrılmak. (Aile, Nisan 1951)
Ölüm bir ayrılık, bir son yolculuk
kavramsallaştırmasının bir devamı ya da yine dini inançlar etkisiyle oluşmuş
bir metafor olan ÖLÜM BİR KURTULUŞTUR, ÖLÜM YENİ BİR BAŞLANGIÇTIR Dar Kapı
şiirinin yüzeyini kaplamaktadır. Şiirde gördüğümüz bu kavramsallaştırmayı
Türkçede standart dilin ifadelerinde de görmek mümkündür: Çilesi sona erdi,
daha çekecek çilesi varmış, ölsem de kurtulsam, ruhun bedenden (kafes) uçması;
öbür dünya, yalan dünya gibi ifadelerde gerçek hayatın ölümden sonra
başlayacağı vurgusu gibi.
Dar Kapı
Nedir bu geceyle gelen birsam?
Duyuyorum serzenişlerini.
Karanlıkta ağzının yerini
Arıyor deli gibi hâfızam.
"Yanıyor unutulmuş buhurdan
Yine gecenin içinde sessiz",
Hâtıralarla kabaran deniz,
Doluyor ruhun oluklarından.
Işık yağıyor doğan geceden;
Nasıl diriliş bu, neden sonra?
Bu rüya gibi geceden sonra
Gidecek mi o maziden gelen?
Seziyorum senelerce susan
Ruhumda taptaze bir geriniş.
Sonuna vardığım çölden geniş
Ayaklarıma açılan umman.
Bütün mevsimlerimin üstüne
Geriliyor bembeyaz bir kanat.
Gelip durdu artık işte hayat
Bana hep onu vâdeden güne.
Artık ebedî huzur deminin
İçebilirim sırlı tasından,
Girmek üzereyim dar kapısından
O eski rüyalar âleminin. (Varlık, 15.1.1937)
Şiirde ruhun senelerce susması ve şimdi taptaze
gerinişi tıpkı gelenekte de yer bulan ruhun beden kafesinden uçmasına benzer,
yıllar süren bir esaretin bitişi, kurtuluştur. Çöl ve su tezatlığından da
faydalanan şair dünyada geçirdiği yıllarını bir çöle ve ölümü kurtuluşa yani
bir okyanusa benzetir. Ölüm mademki bir kurtuluş ve yeni bir yaşamın
başlangıcıdır şair de bu günü hayat tarafından vadedilmiş gün olarak ifade
eder. Gece gündüz tezatını kullanan Kanık, gündüzün terminolojisine ait
kelimeler ile geceyi doğurur ve ışıklar yağdırır. Ölümü yeni bir başlangıç
olarak da “Nasıl diriliş bu, neden sonra?” dizesiyle anlatır. Yine bu mısrada
ölümün bir son olarak düşünülmesine gönderme olarak “neden sonra?” sorusunu
yöneltir. Üçüncü kıtada bir gece ya da bir rüya yerine Orhan Veli‟nin “bir rüya
gibi gece” ifadesini tercih etmesi ilk kıtadaki geceyle gelen halüsinasyona
işaret eder. Halüsinasyon ise ölümün gelişinden hemen önceki birkaç dakikayı
(sekr) simgeler. Zira “ebedi huzur demi”nden içecek olan şair “o eski rüyalar
aleminin” “dar kapısından” girmek üzeredir. Şiire ismini de veren “Dar Kapı”
ifadesi de dünyadan ayrılışa, yeni bir başlangıca, kurtuluşa işaret ediyor
olabilir.
Orhan Veli‟nin şiiri yayınlama tarihi olan 1936‟dan 5
yıl önce André Gide’in Dar Kapı isimli romanı Türkçeye çevrilmiştir. Gide,
eserine İncil’den bir alıntıyla başlar: “Dar kapıdan girmeğe gayret ediniz,
zira geniş kapı ve geniş yol mahva götürürler ve oradan geçenler çoktur. Fakat
hayata götüren kapı dar ve yol bunaltıcıdır. Onları bulanlar ise azdır.” Ahmet
Hamdi Tanpınar, 1932 tarihli yazısında Gide’in şaheseri olarak tanımladığı Dar
Kapı eserinin hülasası olarak şu bölümü alıntılar: “Rabbim birbirlerine yardım
ederek, bütün bir hayat yanyana yürüyen ve bazen biri „kardeş yoruldu isen bana
dayan‟ deyince, diğeri „seni yanımda hissetmek bana kâfi‟ diye cevap veren iki
hacı gibi, Jerom'la benim de sana doğru ilerlememiz ne güzel olacaktı. Fakat
hayır! Bize talim ettiğin yol, dar bir yol, o kadar dar ki, iki kişi bile
yanyana yürüyemez.” Orhan Veli’nin
çileli, zor bir hayatın sonunda yalnız başına geçeceği kapıyı “dar kapı” olarak
nitelemesi Gide’in romanından bir etkilenme olarak düşünülebilir. Dünya
nimetlerinden hiç faydalanamayıp çilelerle dolu bir hayatın sonuna gelinen
gece, hayatın vadettiği kurtuluş gününe ve yeni bir başlangıca şiir boyunca
zemin hazırlamaya uygun gözükmektedir. Buğday ve Dar kapı şiirlerinde görülen
metaforlar Orhan Veli’nin aşağıdaki şiirinde de karşımıza çıkar. İlk kıta ÖLÜM
KURTULUŞTUR metaforu üzerine kurulmuştur. Şair ilk dizede HAYAT BİR YOLCULUKTUR
metaforunu genişleterek bir deniz yolculuğu ile eşleştirir. Yolculuğun sonu,
sahile varış yani ölüm ile kurtuluş gelecektir zira günler namütenahi
ıstıraptır.
Uzun Bir Istırabın Sonunda
ve Bir Saadet Ânında Gelecek
Ölümün Türküsü
Bir sahile varacak günlerimiz..
Günler ki namütenahi ıstırap;
Kalmıyacak bugünkü hasta, harap
Yüzlerde bahtın karanlığından bir iz.
Şekillenecek ruhu çeken kutup :
Sevmek kadar tatlı, yaşamak kadar
Kısa bir ânın ötesinde bahar..
İşte o dem ki bir ömrü unutup
Açacağız nurdan kapılarını
Bugün vâdedilen cennetimizin.
En güzel, en son memleketimizin
Bulacağız ışıktan pınarını.
Gün vuracak baktığımız her yüze..
Ve kızlar, kucaklarında çiçekler,
Ebedî baharı getirecekler
Bu yeni başlıyan ömrümüze. (Varlık, 15.3.1937)
Ölüm sonrası varılacak yeri yine vadedilmiş olarak
niteleyen Orhan Veli, burayı en güzel, en son memleketimiz olarak tanımlar.
ÖLÜM YENİ BİR BAŞLANGIÇTIR metaforu şiirin bu bölümünü şekillendirir. Son
dizede açıkça dile getirilen “yeni başlıyan ömrümüze” ifadesi ile pekiştirilen
anlayış, „ebedi bahar‟ ve „her yüze gün vurması‟ ifadeleri ile ÖLÜM
KURTULUŞTURa işaret eder. Ölümün siyah renk yaşamın beyaz olması, gündüz
aydınlığı, güneş ve güneşin batması karanlık, hayatın durması ile yakın
bağlantılara sahiptir. Ölümün uyku ile eşleştirilmesi ve ÖMÜR BİR GÜNDÜR gibi
metaforların varlığı aydınlık ile karanlık bağlantısını yaşam ve ölüm
kavramları üzerine haritalamayı kolaylaştırır. Aydınlıklardan uzaktayım lakin
ölmedim ifadesi HAYAT AYDINLIKTIR, ÖLÜM KARANLIKTIR metaforlarının tezahürüdür.
Orhan Veli, hayat ile insan algıları ve ölüm ile sessizlik arasındaki bağdan
yine bir tezat ile çıkarır: Kafamda o dağılmıyan sükûn. Ölümün getirdiği siyah
ufuklar ardında artık bahar ancak muhayyilesindeki güzel zamanlarla sese
kavuşmaktadır. Karanlığa gömülmesine rağmen ölmediğini ispatlamaya çalışan
şair, ruh nabzının vurmada olduğu söyler. Aydınlıklardan uzakta, gecesinde
gündüzünde ışık olmayan şairin ruhunun nabzı hatıralarla atıyor olmalıdır.
Kendi hafızasında yeri olduğu gibi bu hatıralar kiminle yaşandı ise o ruhta da
duruyor olmalıdır ve şair o ruhu kendi nabzını dinlemeye çağırır: „Dinle bak:
vurmada nabzı ruhun!‟. Yine bu çağrısı ile de şairin ÖLÜM YENİ BİR BAŞLANGIÇTIR
metaforunun ispatına uğraştığı düşünülebilir.
Güneş
Ah! aydınlıklardan uzaktayım,
Kafamda o dağılmıyan sükûn.
Ölmedim lâkin, yaşamaktayım.
Dinle bak: vurmada nabzı ruhun.
Yarasalar duyurmada bana
Kanatlarının ihtizazını.
Şimdi hep korkular benden yana;
Bekliyor sular, açmış ağzını.
Ah! aydınlıklardan uzaktayım,
Kafamda o dağılmıyan sükûn.
Ölmedim lâkin, yaşamaktayım.
Dinle bak: vurmada nabzı ruhun.
Siyah ufukların arkasında
Seslerle çiçeklenmede bahar
Ve muhayyilemin havasında
En güzel zamanın renkleri var.
Ölmedim hâlâ., yaşamaktayım.
Dinle bak: vurmada nabzı ruhun!
Ah! aydınlıklardan uzaktayım,
Kafamda o dağılmıyan sükûn.
Ruhum ölüm rüzgârlarına eş;
Işık yok gecemde, gündüzümde.
Gözlerim görmüyor., lâkin güneş..
O her zaman, her zaman yüzümde. (Varlık, 1.4.1937)
Orhan Veli Gün Doğuyor isimli şiirini de gece,
karanlık, sessizlik, bilinmeyen ile hayat, aydınlık, sesler tezatı üzerinden
kurgular:
Dili çözülüyor gecelerin..
Gölgeler kaçışıyor derine
Alıp sihrini bilmecelerin:
Gün doğuyor şehrin üzerine. […] (Varlık, 15.3.1937)
Aydınlığın, ışığın hayata eşleşmesi üzerinden, sessiz
gecenin dilinin çözülmesi yaşamın tekrar başlamasına işaret eder. İkinci ve
üçüncü mısralarda ise Orhan Veli hayli enteresan bir hayali ortaya koyar.
Maddeden, insandan doğan ancak bunlardan bağımsız düşünülen gölgeler, ışığı
yitirdiklerinde ait oldukları nesneye gizlenmektedir. Aydınlığın gelişi ile
bilinmeyenlerini de yanına alan gölgeler insandan ayrılarak derine, yerlere
kaçışırlar. Kaçışmak olarak belirtilen eylem de aydınlığı gölgelerin düşmanı
hatta savuşturucusu haline getirir. Elbette gölgenin de siyah oluşu bir nevi
karanlık yaratması da dikkate değer bir ayrıntı gibi gözükmektedir. Metafor bir
düşünüş biçimidir, zihnin çalışma prensiplerindendir. Dolayısıyla ait olduğunuz
tarih, coğrafya, milliyet, toplum unsurlarından tam bağımsız düşünemezsiniz,
konuşamazsınız. Metaforların birincil kategorisi evrensel olanlar ve ikincil
kategorisi gelenek - kültür altyapısı üzerine oturanlar ait oldukları dili
kullanan herkesi –şair dâhil- etkisi altında tutar. Bu iki kategorideki yapılar
“şeyleri farklı gösterme zoru”nun çok ötesinde köklere sahiptir ve
üstlendikleri misyon bakımından da çok farklıdırlar. Dolayısıyla bir dilin
şairler dâhil hiçbir konuşucusu metaforları kullanmamak iddiasında bulunamaz.
Diğer bir açıdan bakıldığında ise bu insanlığın temel deneyimleri üzerinde
şekillenen ve kültür, din, tarih, coğrafya gibi etkilerle yeniden yorumlanan
formlar kullanılmadığında “gerçek”e yaklaşıldığının düşünülmesi bir yanılgıdır.
Bu temel yapılar dilin süsleri değil, insanoğlunun düşünüş biçiminin
sonuçlarıdır. Orhan Veli örneğinin asıl kıymeti de şairin bu yapıları
kullanmamak iddiası taşıyor olmasıdır. Buraya Orhan Veli ya da diğer Garip
şairlerinde bulunan bütün örnekleri sığdırmak elbette mümkün değil. Ancak yine
Kanık’ın en bilinen şiirlerinden örneklemek gerekirse Dedikodu şiirindeki “Kim
söylemiş beni / Süheylâ’ya vurulmuşum diye?”dizesi ele alınabilir. AŞK SAVAŞTIR
metaforu etrafında şekillenen dizenin toplum dilinde de kullanıldığını hemen hatırlarız:
aşkta kazanmak, aşkta kaybetmek, aşka yenik düşmek; -bir bağlam içinde
düşünülürse- eşi gidip annesiyle ittifak kurdu, talipleri etrafını kuşattı,
gönlünü fethetti, onun için çarpıştı, ona vuruldum vb. Yukarıdaki örneklerde de
çokça gördüğümüz ÖLÜM AYRILIKTIR metaforunu Ayrılış şiirinde görürüz ve ilk
olarak elbette aklımıza Yahya Kemal’in “meçhule giden gemisi” gelir:
“Bakakalırım giden geminin ardından; Atamam kendimi denize, dünya güzel; Serde
erkeklik var, ağlıyamam.” Hem Yahya Kemal’e hem Orhan Veli’ye bu dizeleri yazdıran
bu topluma ait metafordur. Ölüm ayrılıktır ve ölen için son yolculuktur
bilhassa da denize yapılan yolculuktur. “Bizlere veda etti, Son yolculuğuna
uğurlandı, Dualarla yolculandı, Aramızdan ayrılışının birinci senesi, imamın
kayığı” gibi günlük dilde kullanılan aynı metaforun onlarca haritalaması
bulunabilir. Aynı metaforun bir başka haritalamasında; Kitabe-i Seng-i Mezar
III şiirinde rahmetlinin ardından hiçbir şey kalmadığını söylendikten sonra şu
dizeleri yazar Kanık: “İsmi bile kalmadı yadigâr. / Yalnız şu beyit kaldı, /
Kahve ocağında, el yazısiyle: / „Ölüm Allahın emri, / Ayrılık olmasaydı. ÖLÜM
AYRILIKTIR; zaten onu zor ve çekilmez kılan da budur. Ölümü fiziki/dünyevi
ayrılık ile eşleştirmek her iki yöne hizmet eder. Ayrılık olduğu için zordur
ancak geçici olduğu ve bir gün elbette buluşacağımız için de katlanılabilirdir.
Aynı anlayışın şairi Melih Cevdet’te de bu haritalamanın ilginç bir örneğiyle
karşılaşırız:
ÖLÜ*
O şimdi yalnızdır.
Anasız, babasız,
Şapkasız, elbisesiz.
Her şeyi arkada bıraktı.
Ne konuşacak arkadaşı,
Ne okuyacak kitabı var,
Yalnız Yapayalnız.
„Ayrılık, yaşarken sahip olunanların kaybedilmesidir‟
yönü ile işlenen şiir tabi ki başlığı ile anlam kazanıyor. Buraya
alıntılamamızın sebebi ve onu metaforik anlamda ilgi çekici kılan ise başlığa
düşülen dipnottur. Şiir Varlık
dergisinde 1941 yılında “Gurbet” adı ile yayınlanmıştır. Anday‟ın şiirin adını
değiştirmesi onun zihnindeki ölüm-gurbet eşleştirmesini ele verir. Her şeye
rağmen gurbetin bir de iyi tarafı vardır: bir gün tekrar beraber olma ihtimali
taşır. Bahsi geçen tüm yapılar, birer birincil metafor örneğidir ve temelini
insani/toplumsal tecrübeden alır. Yani toplumun dilinde aynı haritalama mutlak
olarak varlığını sürdürmektedir. Aynı zamanda bu haritalar ait olduğu toplumun
kavramsallaştırma yöntemini ve içeriğini ortaya koymaktadır. Bu metaforların ve
dildeki haritalamalarının Orhan Veli şiirinde görülür olması onu hedeflediği
yol konusunda başarısız kılmaz. Bilakis bize bu çalışmanın sonucu ve bundan
sonra yapılacak diğer çalışmaların başlangıcı olacak bir kapı açmaktadır. Orhan
Veli ve Garip şairleri metafordan kaçamamıştır ve buna da zaten imkân yoktur.
Çünkü metaforlar figüratif bir misyon yüklenmezler, dili süslemek üzere
kullanılmazlar ve kullanımları “şey”leri “gerçek”ten uzaklaştırmaktan ziyade
“gerçek”e yaklaştırırlar. Doğası gereği zihnin –bireysel ve toplumsal–
haritasını ortaya koyan metaforlar; kavramları görünür, işlenebilir hale
getiriler. Metaforların Kanık‟ın şiirinde tespit edilmesi; şairin edebî
sanatlardan kaçamadığını değil, metaforun bilinçli bir süsleme gayreti, bir
edebi sanat olmadığını gösterir.
kaynak: Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 7/3 2018 s. 1820-1838
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)