Kayhan ŞAHAN - Dr. Öğr. Üyesi; İstanbul Kültür Üniversitesi
Disiplinler Üstü
Bir Kavram Olarak Metafor
1980 yılında
George Lakoff ve Mark Johnson‟un yayınladıkları “Metaphors we live by” isimli
kitap neredeyse tüm dünyada ilgi odağı haline gelmiştir. Metaforu figüratif bir
unsur olmaktan çıkarıp zihnin işleyişinin bir parçası haline getiren kavramsal
metafor teorisi, nörotik çalışmalardan, psikiyatriye, psikolojiye ve edebiyata
değin derin yankılar bulmuştur. 1980 sonrasında neredeyse hiçbir metafor
çalışması bu eseri refere etmeden yazılmamıştır. İnsan zihnine giden yol
elbette bize kültür ve medeniyet araştırmalarında da kapı açmıştır. Günlük dilde
metafor kullanımı hem kişisel bazda hem de toplumsal bazda verilerin elde
edilmesini sağlar. Metinde ya da konuşmada bir kişinin dilsel ifadeleri
çözümlenerek zihninde nasıl bir haritalamaya sahip olduğu görülebilir. Bir
nesneyi, düşünceyi, duyguyu nasıl ve ne ile kavramsallaştırdığı;
yazar/konuşucunun bakış açısını, anlayışını gösterir. Zihni yapılandıran bu kavramsallaştırmalar;
kişinin yeni bir yaratımı ya da kültür, coğrafya, toplum etkisi ile şekillenmiş
geleneksel formlar olabilir. Dolayısıyla kişinin yeni kavramsallaştırmaları ve kültürün,
coğrafyanın etkisi ayrıştırılabilir. İncelemenin ölçeğinin büyütülmesi ile de
bir toplumun ortak kanıları ve etkilendikleri olaylar, düşünceler, coğrafi
şartlar gibi veriler elde edilebilir.
İnsanoğlunun
tecrübelerinde şekillenen evrensel metaforlar ve kültürün yarattığı geleneksel metaforlar insanın bilinçaltının
şekillenmesinde pay sahibidir. Bu metaforları kullanmamak gibi bir durum söz
konusu olamaz. Dilin de yapılandığı zihinlerimiz, günlük dilde de sanat
eserinde de metaforlarla düşünecektir: Metaforik düşünüp düşünmeme hakkında bir
seçim şansınız yoktur. Metaforik eşleşmeler beynimizin parçası olduğundan,
istesek de istemesek de metaforik olarak
düşünür ve
konuşuruz. Metafor mekanizması büyük ölçüde bilinçdışı olduğundan, bunu bilelim
yahut bilmeyelim, metaforik olarak düşünür ve konuşuruz. Ayrıca, beyinlerimiz
cisimleştiğinden, metaforlarımız dünyadaki olağan tecrübelerimizi yansıtır.
Kaçınılmaz şekilde bir çok birincil metafor evrenseldir, çünkü, metafora uygun
niteliklerle ilgili olduğu kadarıyla, herkes temelde aynı beden ve beyin türüne
sahiptir ve yine temelde aynı tür çevrelerde yaşar.
Kavramsal
metafor teorisi; eğitim alanında anadilin öğretilmesinden, öğrencinin okula,
öğretmen
adayının mesleğe, öğrencilerin derslere, öğretmenlerin okul yönetimine ve daha
bir çok değişken ile bakış açılarının değerlendirilmesinde, bilimsel veriler
toplanmasında ve analiz edilmesinde önemli bir rol oynamaya başlamıştır.Teori,
reklam incelemelerinden müziğe, sosyolojiye , din bilimlerine değin
Türkiye‟deki çalışmaları etkilemiştir. Psikoloji ve psikiyatride de
danışanın/hastanın zihninin derinliklerine inmede metaforlardan etkin biçimde
yararlanılır. Özlem Karaırmak ve Berna Güloğlu da bir makalelerinde metaforları
hem zihni şekillendirmeleri hem de kültürel mirasın etkisini tümüyle taşımaları
bakımından değerlendirirler. Edebiyat ve sanat eserlerinde metaforların
tespitinin de kişisel, kültürel, ulusal algıyı çözümlemesi sayesinde insan
zihnine giden yolda, terapötik kullanım açısından sağlayacağı yararlar üzerinde
dururlar.
Edebiyat ve Metafor
Yazarlara göre metaforun mekânı kelimeler değil
kavramlardır. Metafor, benzerlikte temellenmez. Metafor genellikle tecrübemiz
içinde kesişen bağlantılarda temellenir ve metafor dâhilindeki iki alan
arasında algılanan benzerlikler doğurur. En derin, en daimi kavramlarımız;
zaman, olaylar, nedensellik, ahlak ve zihnin kendisi bile çok yönlü metaforlar
aracılığıyla anlaşılır ve muhakeme edilir. Her bir durumda, bir kavram alanı
(söz gelimi, zaman) hakkında, konuşulduğu ölçüde, bir başka alanın (söz gelimi,
uzay) kavram yapısına göre akıl yürütülür. Metafor kavramının kapsam alanını
genel hatlarıyla çizen Lakoff ve Johnson, metaforik kavramların sistematikliği
ve gündelik dilde kullanımının faaliyetlerimizi yapıya kavuşturması üzerine
“time is money (vakit nakittir/zaman paradır)” örneğini verir. Zamanı para
olarak kavramsallaştırmanın dilsel kullanımda karşılığı İngilizcede olduğu
kadar Türkçede de yaygındır: “Zamanımı harcıyorsun; Bu cihaz saatlerini
kurtaracak; Sana harcayacak vaktim yok; Bu patlak lastik bir saatime mâl oldu;
Zamanımın çoğunu ona harcadım; Buna harcayacak kadar zamanım yok; Seninle zaman
harcamaya değer mi; Zamanını ekonomik kullanmıyorsun” vb. Günlük hayatımızda
kavramsallaştırdığımız onlarca yapıyı farkında olarak ya da olmayarak
kullanmaya devam ediyoruz: fikirler binalardır (düşüncelerinin temeli sağlam
değil); hayat yolculuktur (yoldan çıktı, yolun sonuna geldin); ölüm son
yolculuktur (dönen yok seferinden, son yolculuğuna uğurlandı); ömür bir yıldır
(hayatının sonbaharında) vb. Zihnimizde yapılanan metaforlar dilsel ifadelerde
kendine yer bulurlar ve tespit edilmeye çalışıldıklarında da yine bu
ifadelerden çıkarımla ortaya konulabilirler. Özetle, en temel yapı ifade
edilmek istenirse metafor; benzerlik temeli üzerine inşa edilmez, kavramsal
alanların eşitlenerek haritalanması prensibine dayanır ve zihindeki varlığı ile
dilsel ifadeleri etkiler. Metaforlar; zihnin, dil yolu ile ifade ettiklerinden
çıkarımlanır.
“Gerçek”in Peşinde Garip Mukaddimesi
İnsanın var olduğu süre boyunca zihnine şekil veren
bir yapılanmadan söz edilince – zihinden dile aktarım söz konusu olduğu için iletişim
kurulmasının öncesinden dahi bahsedilebilinir– Türk şiir tarihi içinde
kendisinden önceki anlayışı yıkmak çabasına giren Orhan Veli Kanık üzerine bir
incelemenin oldukça ilginç sonuçlar verebileceğini düşündük. “Eskiye ait olan
her şeyin, her şeyden evvel de şairanenin aleyhinde bulunmak lâzımdır” diyen
Orhan Veli şiir üzerine görüşlerini açıkça belirtmiştir. Kanık, şiir zevkine ne
heyecan ne de güzellik katamayacağından vezin ve kafiyeyi gereksiz bulur.
“Gerçek” kıymeti gizlediği için sanatların tedahülünün de tümüyle karşısında
durur. Orhan Veli eski şiiri „sahte‟ bulur diyebiliriz. Ona göre anlamın
süslenmesi, benzerlik üzerinden somut/soyutlanması ya da aktarılması kelimenin
üstlendiği manaya zarar verir. Bu zarar ise “gerçek”in ortaya konulması
noktasında gerçekleşir. Orhan Veli için kelimeler “şey”lere işaret eder ve bu
“şeylerin işareti” doğrudan “gerçek”i gösterir. Bugün itibariyle elbette Kanık’ın
görüşüne katılmak mümkün değildir ancak bu kesinlikle başka bir uzun tartışmayı
gerektirir. Kanık gibi düşünmeye çalışırsak; kelimeler şeyleri, şeyler gerçeği
yansıtıyorsa bunların süslenmesi/aktarılması bir nevi çarpıtma, gerçekten
uzaklaşma, sahteleşme olacaktır. Orhan Veli’nin herkesçe malum bu görüşlerine
derinlemesine girmeden, üzerinde duracağımız Kanık’ın edebi sanatlarla ilgili
görüşlerini alıntılıyoruz:
“Teşbih, eşyayı olduğundan başka türlü görmek zorudur.
Bunu yapan insan acaip karşılanmaz, kendine hiçbir gayri tabiîlik isnad
edilmez. Halbuki teşbihten ve istiareden kaçan, gördüğünü herkesin kullandığı
kelimelerle anlatan adamı bugünün münevveri "garip" telâkki
etmektedir. Hatası, muhtelif Deviation'lavla gelinmiş bir şiir anlayışını
kendine çıkış noktası yapmasıdır. Yazının peyda olduğu gündenberi yüz binlerce
şair gelmiş, her biri binlerce teşbih yapmıştır. Hayran olduğumuz insanlar
bunlara bir kaç tane daha ilâve etmekle acaba edebiyata ne kazandıracaklardır? Teşbih,
istiâre, mübalağa ve bunların bir araya gelmesinden meydana çıkacak bir hayal
zenginliği, ümit ederim ki, tarihin aç gözünü artık doyurmuştur.”
Garip Önsözü, bir yandan Orhan Veli şiiri hakkında
çokça ve yaygın bilgi oluşmasını sağlarken bir yandan da Kanık’ın diğer tüm
yazılarının önüne geçtiği için onların bilinirliğini azaltmıştır. Orhan Veli
yalnızca şiir hakkında değil tüm sanatlar hakkında bahsetmek hakkına sahip
olduğunu hatta vazife olarak üstlenmesi gerektiğini düşünür. Yüksek tutarlılık gösteren sistemli bir sanat
fikri iddiası taşımasalar da birkaç yazısında Kanık; benzetme, sanat eserini
tanımlama, anlamlandırma gibi konularda çağının çok ötesinde görüşler
bildirmiştir. Ancak diğer taraftan da sanat, özellikle de resim –Picasso ve
Kübizm– üzerine görüşlerine bakıldığında şairin şiirde bu denli “gerçek”i
araması şaşırtıcı olmaktadır: “Evet, bu
şekiller tabiattaki şekillere benzetilerek yapılmıştır. Fakat bunlar onların
bir nevi stylisation'udur; yani, dış âlemin sanat ölçüleri içine girdiği zaman
aldığı haldir. Tıpkı halılardaki, kilimlerdeki, mozaiklerdeki, çinilerdeki
şekiller gibi. Niçin o kilimlerdeki, o çinilerdeki şekiller üzerinde durup o
şekillerin sanat değerlerini herhangi bir tabiat parçasına benzeyip
benzememeleriyle ölçmüyorsunuz? Niçin o şekillere bakıp tabiatta böyle kuş
yahut ağaç olur mu diye çıkışmıyorsunuz? Onlara bağışladığınız bu hakkı niçin Picasso'ya
çok görüyorsunuz? Bu iki sanat tezahürü arasında ne biçim farklar yahut ne
biçim benzerlikler olabileceğini düşünmeye niçin yanaşmıyorsunuz?
Yanaşmıyorsunuz, çünkü kolay tarafından, hazır tarafından konuşmak
istiyorsunuz. Gelin, o türlü düşünmediğiniz, düşünmeye yanaşmadığınız şeyin ne
olduğunu size kısaca biz söyleyelim. Halı ve çini resimleriyle Picasso'nun
resimleri arasında fark, birincisinde tabiatın daha eski İkincisinde ise daha
yeni, daha bilinmedik bir sanat düzeni içinde ifade edilmiş olmasıdır.
Birincisi size babadan kalmış, onu, kabul edilmiş bulduğunuz için kabul
etmişsiniz. İkincisine gelince... Kabul edemezsiniz. Hele ona da biraz alışın,
onun da bir geleneği kurulsun, ondan sonra. Belki de bu saadet torunlarınıza
nasip olur.”
Orhan Veli sanatçının ve sanatın halkın yanında
kıymetleneceği fikrini savunurken aslında sanatın varoluşu, sanat eserini
yorumlama konularında değerli fikirler ortaya koyar. Resim konusundaki
anlamlandırma meselesini Orhan Veli malum şiir anlayışının yanına dahi
yaklaştırmaz. Ayrı ayrı sanatların ayrı ayrı meseleleri olduğunu ancak
bazılarının birbirine tatbik edilebileceğini düşünen şairin resim sanatına
tanıdığı özgürlüğü şiire tanımadığını biliyoruz: “… Bu nokta resim sergilerinde
resimlerin eşyaya benzeyip benzememesi şeklinde meydana çıkıyor. Diyorlar ki:
"Bu ne biçim armut? Nesi armuda benziyor bunun?" Sanki ressam armut
yapmak istemiş. Armut yapmak isteseydi, belki gider bahçesine armut ağacının
tohumunu ekerdi. Ne lüzum vardı resim yapmasına. "Armuda benziyor mu,
benzemiyor mu?" diye düşünmek akıllarına geliyor da, "Resme benziyor
mu, benzemiyor mu?" diye düşünmek akıllarına gelmiyor. Ressamın işinin,
armut yapmaktan çok resim yapmak olduğunu hatırlamak istemiyorlar. Bunu hatırlamadıkları
için de "Anlamıyoruz" deyip işin içinden çıkıveriyorlar. Sanki bir
şeyden hoşlanmaları için anlamaları şartmış.”
Özellikle şiirde anlam konusunda taviz vermeyen
tavrını bildiğimiz Orhan Veli; görmek, anlamak, beğenmek konusunda görsel
sanatlara yaklaşımında farklı bir yüzünü gösterir. Özellikle yukarıda
bahsettiğimiz “şeylerin gerçeğe işaret etmesi” konusu göz önünde
bulundurulduğunda bu farklı bakış açısı daha net ortaya çıkacaktır. Armut
resminin armut meyvesine ya da bir göl manzarasının coğrafi anlamda su
birikintisine işaret etmeme ihtimalini düşünen Orhan Veli, “kelimelerin şeylere
işareti” söz konusu olduğunda işte bu noktayı atlamıştır denilebilir. Resmin,
görsel unsurların işaret ettiği “şey” ile kelimelerin işaret ettiği “şey”
konusunda Orhan Veli‟nin zihninde ciddi bir ayrım söz konusudur: “Anlamak bahsi üzerinde küçük bir şey daha
söyleyeyim. Bu boyuna anlamaktan dem vuran insanlar anlamak'la neyi
kastediyorlar acaba? Her gördükleri şeyi anlıyorlar mı? Mesela bir manzara
seyrediyorlar, anlıyorlar mı o manzarayı? Yahut bir kuş görüyorlar; anlıyorlar
mı o kuşu?” Benzetme temeli üzerine kurulan edebi sanatlar çoğu kez
anlaşılırlığı artırma ve soyutu somutlama çabası ile açıklanırken Garip
şairleri bu sanatlardan kaçarak “gerçek”i yansıtacakları fikrine nasıl ulaştılar?
Sanıyoruz ki en büyük etken dönemin de etkisi altında şiire yüklenen misyon
olmuştur. Yoksa resimde armutta armudu aramak kabahatken şiirde armuda armut
demek kabul görmemeliydi. 1947 yılında Melih Cevdet, Garip şiirinin tuttuğunu
şöyle örnekler:
“Ünlü hekimlerimizden biri, Cafer Tayyar Kankat son
İstanbul seçimlerinde bağımsız adaylığını koymuş, bir de yeni şiirlerin
başarılarını göz önüne alarak o tarzda bir beyanname hazırlamış. Ben bu
beyannamenin bir parçasını gördüm. İşte onda ne vezin var ne kafiye:
Sokak başlarında bedava hamamlar kuracağım
Beş bin yatılı okullar
Şehirlerde mikropsuz sular
Halkı karabasanın elinden kurtaracağım
Milletvekili olursam
Milletvekili olursam
Demek ki yeni şiirimiz her sınıftan, her meslekten
yurttaşa duygularını, düşüncelerini rahatça söylemek kolaylığını veriyor. Artık
bu şiirin tutmadığını, halka inmediğini söyleyemeyiz.”
Bu bakış açısının niteliği doğrudan etkileme ihtimali
elbette ortadadır. Ancak bizim üzerinde durmak istediğimiz nokta şudur:
meseleleriyle, söylemiyle, söz varlığıyla ve üstlendiği misyonuyla bu kadar
halkın içinde ve halkın yanında olma iddiası taşıyan bir şiir anlayışı nasıl olur
da bir milletin dilindeki metaforlardan uzak durabilir? Ya da daha doğru bir
ifadeyle böyle bir şey mümkün müdür?
Orhan Veli Şiirinde Birincil Metaforlar
Metaforlar, insanoğlunun deneyimlerine dayanır ve
büyük ölçüde toplum, kültür, tarih gibi etkenler ile yeniden şekillenir. Çoğu
kez insan zihni, standart dil konuşucusu olarak bu metaforları bilinçdışındaki
yapılanma sonucu farkında olmadan kullanır. İnsanlığın deneyimleri üzerinde
oluşan; toplumun kültür, din, ırk, coğrafya gibi etkenler ile şekillenmiş
bilinç ve bilinç dışı düzeylerinde ortaya çıkan bu birincil metaforlar, edebi
eserlerde de kendisine yer bulur. Toplum hafızasında yer eden bu metaforlar,
olduğu gibi sanat eserlerine geçer. Sanatçının ortak bilinci kullandığını ya da
ortak bilincin sanatçıyı etkilediğini ortaya koyan metafor örneklerine sıkça
rastlarız.
Asım Bezirci Orhan Veli şiirini eski şiirler ve yeni şiirler
olarak ikiye ayırır. Bezirci, Kanık’ın eski tarz şiirleri 1936 ve öncesinde
çoğu kez Mehmet Ali Sel imzasıyla yayınlandığını; bu bilgilere de şairin eski
yazı şiir defterlerinden ulaştığını belirtir. Melih Cevdet de Orhan Veli
şiirini üç döneme ayırır: Garip öncesi şiirler, Garip esprisindeki şiirler,
garip esprisinden ayrıldığı şiirler. Eski ve yeni tarzda şiirlerinin bütünü
üzerinden birkaç metaforik yapıya bakarken şiirlerin altında yayın tarihlerinin
bulunması takip açısından kolaylık sağlayacaktır. Şairin Bütün Şiirleri adını
taşıyan eserinin tasnif yöntemi de bu karşılaştırmalara kolaylık sağlayacak
şekilde hazırlanmıştır: sağlığında yayımlananlar, ölümünden sonra
yayımlananlar, dergilerde yayımladığı ama kitaplarına almadığı yeni biçimli şiirler
vb.
Orhan Veli, Rahat
şiirini insanlığın en temel deneyimlerinden biri üzerine kurmaktadır. Kavganın
bitmesini ölmek ile eşleyen Kanık, şiirinde HAYAT KAVGADIR metaforunu kullanır.
Bu metaforun alt yapısını oluşturan daha temel bir metafor ise HAYAT
MÜCADELEDİR olacaktır. Bu temeldeki birincil metafor üzerine Türkçede birçok
yapı oluşturulur: Yaşam mücadelesi vermek, yaşam savaşı vermek, var olma
savaşı, hayat kavgası, hayatta havlu atmak gibi. Yaşamak için bir mücadelenin
verildiği temeli üzerine mücadelenin türleri değiştirilerek yapı genişletilir.
Ekmek davası ifadesi bu türe bir örnek olarak verilebilir. Ekmeğin aslanın
ağzında olması da verilecek hayat mücadelesinin zorluğunu göstermek için
yaratılmış bir ifadedir. Türk toplumunun temel ihtiyaçların tümünü ve manevi
birçok değeri üzerine yüklediği ekmek kelimesi, hayatta kalma mücadelesi içinde
temel hedef olarak yerini alır. Orhan Veli de bu kavganın en temel unsurlarını
şiirine katar: Acıkmak, uyumak gibi. Kavganın bitmesini dilemek de ölmeyi
istemek anlamına eşleştirilir. İnsanoğlunun temel deneyimlerinden biri şiirin
zeminine yerleştirilmiştir.
Rahat
Şu kavga bir bitse dersin,
Acıkmasam dersin,
Yorulmasam dersin;
Çişim gelmese dersin,
Uykum gelmese dersin;
Ölsem desene!
(Yaprak, 1.2.1950)
Orhan Veli aşağıdaki Rubai şiirinde de Türkçede sıkça
karşılaştığımız, Türk toplumunun insan kavramını ele alırken kullandığı
birincil bir metaforu kullanır: İNSANLAR BİTKİLERDİR. Türk toplumu birçok yönü
ile bu metaforu genişletir. Bitkinin cinsi, yaşı, nesnel özellikleri insan
kavramı ile eşleştirilmesinde rol oynar: Genç yaşın fidan olması, ağacın yaş
iken eğilmesi, tohum, başak, yine yaş ile ilişkili çınar, hatta yapısal
özelliği ile odun gibi. Nasıl ki “Ağaç yaprağıyla gürler, Ağaç ağaç içinde büyür,
Ağaç düşse de yakınına yaslanır” gibi atasözlerinde metaforun kavramsal alanı
kullanıldıysa Orhan Veli de bu durumdan faydalanarak şiirini oluşturur.
İNSANLAR BİTKİLERDİR metaforu Türkçede sayısız dilsel ifadede kendini gösterir:
Sararıp solmak, ağaç olmak, ot gibi yaşamak, yeşillenmek, aşkın meyvesi, kök
salmak, yaprak dökümü, hudâyî-nâbit gibi.
Rubai
Ömrün o büyük sırrını gör bir bak da
Bir tek kökü kalmış ağacın toprakta
Dünya ne kadar tatlı ki binlerce kişi
Kolsuz ve bacaksız yaşayıp durmakta.
(Aile, Nisan 1951)
Orhan Veli, birden fazla birincil metaforu Buğday
şiirinde kullanır. Rubai isimli şiirindeki gibi İNSANLAR BİTKİLERDİR metaforunu
insan buğday eşleşmesi ile şiirine yansıtır. Orhan Veli tarlada buğdayların
görüntüsü ile uçsuz bucaksız alayı rüzgârda bir hasada bırakır. İNSANLAR
BİTKİLERDİR metaforunun kökeninde elbette dini etkenler de bulunmaktadır. Tarla
ve tohum ilişkisi üzerinden hasat bir son olarak kurgulanırken Azrail‟in orak
ile temsili de yine önemli bir etkendir. Beşinci kıtada yer alan „Yusuf‟
göndermesi ile şair ömür ve düş arasında da bir haritalama yapar. Bir sonraki
kıtada ise „Ömer‟ göndermesi ile de hayatın adaletsizliği vurgulanır. Hasat
edilen buğdayların savruluşu esnasında gölgelerin uzaklaşması da yine bir
metaforun dilsel ifadeye yön vermesidir. ÖMÜR BİR GÜNDÜR metaforu ve ömrün
sonunun akşam ile güneşin batması ile haritalanması; realitede de güneşin
dünyaya daha dar bir açı ile vurması sonucu gölgelerin yerde uzamasını
sağlamaktadır. Gölgelerin yerde uzaması, güneşin batıyor olması ömrün son
demine gelindiğine işarettir. Güneş tutulması ise ışığın kesilmesi, gölgelerin
yok olması yani ölümün gelmesi ile eşleştirilmiştir. Bu yaklaşım da YAŞAM
AYDINLIKTIR, ÖLÜM KARANLIKTIR metaforları ile alakalıdır ki Orhan Veli’nin Güneş
isimli şiirinde bunun etkisini daha net görmek mümkündür. Şiirdeki son iki kıta
ise HAYAT BİR YOLCULUKTUR, ÖLÜM SON YOLCULUKTUR, ÖLÜM YENİ BİR BAŞLANGIÇTIR
metaforları ile kurulur. Standart dilde “hepimizin gideceği yer aynı, ölümden
öte köy yok” hatta “tahtalıköy” ifadelerinde kendini gösteren toplumsal
hafızanın anlayışı, şiirde “Seferi aynı köye herkesin” şekline bürünür. Hayat
denilen yolculuğun üzerinde kervansaray, mezar/mezarlıktır ve yolculuğun
sonunda varılan yer gerçek bir son değildir. Ölüm herkesin aynı tay aynı eyer
ile gittiği, yeniden başlayacak hayatın kurulduğu bir dünya, bir köy olarak
görülür. Ölüm gidilecek bir yer, öbür dünyadır.
Buğday
Düzüldü uçsuz bucaksız alay,
Çıngıraklar çalar kapılarda.
Düzüldü uçsuz bucaksız alay,
Bak, son hasad başladı rüzgârda.
Okundan ayrılmak üzere yay,
Kuyuların ağzı genişledi.
Okundan ayrılmak üzere yay,
Korku tâ kemiğime işledi.
Savruluyor gökyüzünde buğday,
Gölgeler uzaklaşıyor yerde
Savruluyor gökyüzünde buğday,
Tanrım! Tanrım! Bir deva bu derde.
Düzüldü uçsuz bucaksız alay,
Çıngıraklar çalar kapılarda.
Düzüldü uçsuz bucaksız alay,
Bak, son hasad başladı rüzgârda.
Undan bize de pay, bize de pay,
Koşun, buğday dağıtıyor Yusuf.
Undan bize de pay, bize de pay,
Çökmeden sonu gelmiyen küsuf.
Eriyecek tencerede kalay,
Çocuklar ağlaşmasınlar dağda.
Eriyecek tencerede kalay,
Yetişmiyecek Ömer imdada.
Altında aynı eyer, aynı tay;
Arayıcısı herkes bir sesin.
Altında aynı eyer, aynı tay;
Seferi aynı köye herkesin.
Artık kuruldu bu kervansaray,
Boşuna düşünür ihtiyarlık.
Artık kuruldu bu kervansaray,
Şimdi seslerle dolu mezarlık. (Varlık, 15.1.1937)
Orhan Veli‟nin Helene İçin isimli şiirinde de ölüm
sonrası için yerleşilen bir şehir kurgusu vardır. Helene İçin
Ötesi yok şehre ulaşınca kaderin yolu
Pişman bir el kapayacak kapısını ömrünün;
Hatırlayacaksın beni gözlerin yaşla dolu,
Güzelliğin yalnız mısralarımda kaldığı gün. (Mehmet
Ali Sel adıyla, Varlık, 1.6.1937)
Hem kaderin götürdüğü kaçınılmaz yolun vurgusu hem
ulaşılan yerin ötesinin yok oluşu hem de ulaşılan yerin şehir oluşu “Seferi
aynı köye herkesin” yapısı ile aynıdır. Kaderin yolu HAYAT BİR YOLCULUKTUR,
ötesi yok ÖLÜM SON YOLCULUKTUR, şehir ÖLÜM YENİ BİR BAŞLANGIÇTIR, ÖLÜM SON
VATANDIR birincil metaforlarının yani toplumsal bakış açısının Orhan Veli
şiirindeki yansımalarıdır. Yaşam, hayat kavramını başka kavramların alanı ile
ifade eden Türk toplumu ölüm kavramını da başka alanlar aracılığıyla ifadeye
döker. Yaşamı en çok hayat bir yolculuktur şeklinde kavramsallaştıran toplum,
ölümü de çoğu kez YOLCULUK ve SON YOLCULUK ile şemalar. Dini inançların
şekillendirdiği ölüm sonrası fikri ve tekrar birlikte olma durumu ise, ÖLÜM
AYRILIKTIR metaforunu oluşturur. Ölüm, ebedi kavuşma öncesi kısa süreli bir
ayrılık olarak kavramsallaştırılır. Dünya hayatının getirdiği fiziksel
ayrılığın kavramsal alanı ölüm üzerine haritalanır. Orhan Veli de ÖLÜM
AYRILIKTIR metaforunu şiirinde doğrudan kullanır ve haritalamanın bazı
unsurlarına yer verir. Yatağın hala sıcak olması ve ölünün kolundaki saatin
hala çalışıyor olması ölümü dünyevî bir ayrılığa daha da yakınlaştırmak üzere
kurgulanır.
Yaşamak
…
II
Biliyorum, kolay değil yaşamak;
Ama işte
Bir ölünün hâlâ yatağı sıcak,
Birinin saati işliyor kolunda.
Yaşamak kolay değil ya kardeşler,
Ölmek de değil;
Kolay değil bu dünyadan ayrılmak. (Aile, Nisan 1951)
Ölüm bir ayrılık, bir son yolculuk
kavramsallaştırmasının bir devamı ya da yine dini inançlar etkisiyle oluşmuş
bir metafor olan ÖLÜM BİR KURTULUŞTUR, ÖLÜM YENİ BİR BAŞLANGIÇTIR Dar Kapı
şiirinin yüzeyini kaplamaktadır. Şiirde gördüğümüz bu kavramsallaştırmayı
Türkçede standart dilin ifadelerinde de görmek mümkündür: Çilesi sona erdi,
daha çekecek çilesi varmış, ölsem de kurtulsam, ruhun bedenden (kafes) uçması;
öbür dünya, yalan dünya gibi ifadelerde gerçek hayatın ölümden sonra
başlayacağı vurgusu gibi.
Dar Kapı
Nedir bu geceyle gelen birsam?
Duyuyorum serzenişlerini.
Karanlıkta ağzının yerini
Arıyor deli gibi hâfızam.
"Yanıyor unutulmuş buhurdan
Yine gecenin içinde sessiz",
Hâtıralarla kabaran deniz,
Doluyor ruhun oluklarından.
Işık yağıyor doğan geceden;
Nasıl diriliş bu, neden sonra?
Bu rüya gibi geceden sonra
Gidecek mi o maziden gelen?
Seziyorum senelerce susan
Ruhumda taptaze bir geriniş.
Sonuna vardığım çölden geniş
Ayaklarıma açılan umman.
Bütün mevsimlerimin üstüne
Geriliyor bembeyaz bir kanat.
Gelip durdu artık işte hayat
Bana hep onu vâdeden güne.
Artık ebedî huzur deminin
İçebilirim sırlı tasından,
Girmek üzereyim dar kapısından
O eski rüyalar âleminin. (Varlık, 15.1.1937)
Şiirde ruhun senelerce susması ve şimdi taptaze
gerinişi tıpkı gelenekte de yer bulan ruhun beden kafesinden uçmasına benzer,
yıllar süren bir esaretin bitişi, kurtuluştur. Çöl ve su tezatlığından da
faydalanan şair dünyada geçirdiği yıllarını bir çöle ve ölümü kurtuluşa yani
bir okyanusa benzetir. Ölüm mademki bir kurtuluş ve yeni bir yaşamın
başlangıcıdır şair de bu günü hayat tarafından vadedilmiş gün olarak ifade
eder. Gece gündüz tezatını kullanan Kanık, gündüzün terminolojisine ait
kelimeler ile geceyi doğurur ve ışıklar yağdırır. Ölümü yeni bir başlangıç
olarak da “Nasıl diriliş bu, neden sonra?” dizesiyle anlatır. Yine bu mısrada
ölümün bir son olarak düşünülmesine gönderme olarak “neden sonra?” sorusunu
yöneltir. Üçüncü kıtada bir gece ya da bir rüya yerine Orhan Veli‟nin “bir rüya
gibi gece” ifadesini tercih etmesi ilk kıtadaki geceyle gelen halüsinasyona
işaret eder. Halüsinasyon ise ölümün gelişinden hemen önceki birkaç dakikayı
(sekr) simgeler. Zira “ebedi huzur demi”nden içecek olan şair “o eski rüyalar
aleminin” “dar kapısından” girmek üzeredir. Şiire ismini de veren “Dar Kapı”
ifadesi de dünyadan ayrılışa, yeni bir başlangıca, kurtuluşa işaret ediyor
olabilir.
Orhan Veli‟nin şiiri yayınlama tarihi olan 1936‟dan 5
yıl önce André Gide’in Dar Kapı isimli romanı Türkçeye çevrilmiştir. Gide,
eserine İncil’den bir alıntıyla başlar: “Dar kapıdan girmeğe gayret ediniz,
zira geniş kapı ve geniş yol mahva götürürler ve oradan geçenler çoktur. Fakat
hayata götüren kapı dar ve yol bunaltıcıdır. Onları bulanlar ise azdır.” Ahmet
Hamdi Tanpınar, 1932 tarihli yazısında Gide’in şaheseri olarak tanımladığı Dar
Kapı eserinin hülasası olarak şu bölümü alıntılar: “Rabbim birbirlerine yardım
ederek, bütün bir hayat yanyana yürüyen ve bazen biri „kardeş yoruldu isen bana
dayan‟ deyince, diğeri „seni yanımda hissetmek bana kâfi‟ diye cevap veren iki
hacı gibi, Jerom'la benim de sana doğru ilerlememiz ne güzel olacaktı. Fakat
hayır! Bize talim ettiğin yol, dar bir yol, o kadar dar ki, iki kişi bile
yanyana yürüyemez.” Orhan Veli’nin
çileli, zor bir hayatın sonunda yalnız başına geçeceği kapıyı “dar kapı” olarak
nitelemesi Gide’in romanından bir etkilenme olarak düşünülebilir. Dünya
nimetlerinden hiç faydalanamayıp çilelerle dolu bir hayatın sonuna gelinen
gece, hayatın vadettiği kurtuluş gününe ve yeni bir başlangıca şiir boyunca
zemin hazırlamaya uygun gözükmektedir. Buğday ve Dar kapı şiirlerinde görülen
metaforlar Orhan Veli’nin aşağıdaki şiirinde de karşımıza çıkar. İlk kıta ÖLÜM
KURTULUŞTUR metaforu üzerine kurulmuştur. Şair ilk dizede HAYAT BİR YOLCULUKTUR
metaforunu genişleterek bir deniz yolculuğu ile eşleştirir. Yolculuğun sonu,
sahile varış yani ölüm ile kurtuluş gelecektir zira günler namütenahi
ıstıraptır.
Uzun Bir Istırabın Sonunda
ve Bir Saadet Ânında Gelecek
Ölümün Türküsü
Bir sahile varacak günlerimiz..
Günler ki namütenahi ıstırap;
Kalmıyacak bugünkü hasta, harap
Yüzlerde bahtın karanlığından bir iz.
Şekillenecek ruhu çeken kutup :
Sevmek kadar tatlı, yaşamak kadar
Kısa bir ânın ötesinde bahar..
İşte o dem ki bir ömrü unutup
Açacağız nurdan kapılarını
Bugün vâdedilen cennetimizin.
En güzel, en son memleketimizin
Bulacağız ışıktan pınarını.
Gün vuracak baktığımız her yüze..
Ve kızlar, kucaklarında çiçekler,
Ebedî baharı getirecekler
Bu yeni başlıyan ömrümüze. (Varlık, 15.3.1937)
Ölüm sonrası varılacak yeri yine vadedilmiş olarak
niteleyen Orhan Veli, burayı en güzel, en son memleketimiz olarak tanımlar.
ÖLÜM YENİ BİR BAŞLANGIÇTIR metaforu şiirin bu bölümünü şekillendirir. Son
dizede açıkça dile getirilen “yeni başlıyan ömrümüze” ifadesi ile pekiştirilen
anlayış, „ebedi bahar‟ ve „her yüze gün vurması‟ ifadeleri ile ÖLÜM
KURTULUŞTURa işaret eder. Ölümün siyah renk yaşamın beyaz olması, gündüz
aydınlığı, güneş ve güneşin batması karanlık, hayatın durması ile yakın
bağlantılara sahiptir. Ölümün uyku ile eşleştirilmesi ve ÖMÜR BİR GÜNDÜR gibi
metaforların varlığı aydınlık ile karanlık bağlantısını yaşam ve ölüm
kavramları üzerine haritalamayı kolaylaştırır. Aydınlıklardan uzaktayım lakin
ölmedim ifadesi HAYAT AYDINLIKTIR, ÖLÜM KARANLIKTIR metaforlarının tezahürüdür.
Orhan Veli, hayat ile insan algıları ve ölüm ile sessizlik arasındaki bağdan
yine bir tezat ile çıkarır: Kafamda o dağılmıyan sükûn. Ölümün getirdiği siyah
ufuklar ardında artık bahar ancak muhayyilesindeki güzel zamanlarla sese
kavuşmaktadır. Karanlığa gömülmesine rağmen ölmediğini ispatlamaya çalışan
şair, ruh nabzının vurmada olduğu söyler. Aydınlıklardan uzakta, gecesinde
gündüzünde ışık olmayan şairin ruhunun nabzı hatıralarla atıyor olmalıdır.
Kendi hafızasında yeri olduğu gibi bu hatıralar kiminle yaşandı ise o ruhta da
duruyor olmalıdır ve şair o ruhu kendi nabzını dinlemeye çağırır: „Dinle bak:
vurmada nabzı ruhun!‟. Yine bu çağrısı ile de şairin ÖLÜM YENİ BİR BAŞLANGIÇTIR
metaforunun ispatına uğraştığı düşünülebilir.
Güneş
Ah! aydınlıklardan uzaktayım,
Kafamda o dağılmıyan sükûn.
Ölmedim lâkin, yaşamaktayım.
Dinle bak: vurmada nabzı ruhun.
Yarasalar duyurmada bana
Kanatlarının ihtizazını.
Şimdi hep korkular benden yana;
Bekliyor sular, açmış ağzını.
Ah! aydınlıklardan uzaktayım,
Kafamda o dağılmıyan sükûn.
Ölmedim lâkin, yaşamaktayım.
Dinle bak: vurmada nabzı ruhun.
Siyah ufukların arkasında
Seslerle çiçeklenmede bahar
Ve muhayyilemin havasında
En güzel zamanın renkleri var.
Ölmedim hâlâ., yaşamaktayım.
Dinle bak: vurmada nabzı ruhun!
Ah! aydınlıklardan uzaktayım,
Kafamda o dağılmıyan sükûn.
Ruhum ölüm rüzgârlarına eş;
Işık yok gecemde, gündüzümde.
Gözlerim görmüyor., lâkin güneş..
O her zaman, her zaman yüzümde. (Varlık, 1.4.1937)
Orhan Veli Gün Doğuyor isimli şiirini de gece,
karanlık, sessizlik, bilinmeyen ile hayat, aydınlık, sesler tezatı üzerinden
kurgular:
Dili çözülüyor gecelerin..
Gölgeler kaçışıyor derine
Alıp sihrini bilmecelerin:
Gün doğuyor şehrin üzerine. […] (Varlık, 15.3.1937)
Aydınlığın, ışığın hayata eşleşmesi üzerinden, sessiz
gecenin dilinin çözülmesi yaşamın tekrar başlamasına işaret eder. İkinci ve
üçüncü mısralarda ise Orhan Veli hayli enteresan bir hayali ortaya koyar.
Maddeden, insandan doğan ancak bunlardan bağımsız düşünülen gölgeler, ışığı
yitirdiklerinde ait oldukları nesneye gizlenmektedir. Aydınlığın gelişi ile
bilinmeyenlerini de yanına alan gölgeler insandan ayrılarak derine, yerlere
kaçışırlar. Kaçışmak olarak belirtilen eylem de aydınlığı gölgelerin düşmanı
hatta savuşturucusu haline getirir. Elbette gölgenin de siyah oluşu bir nevi
karanlık yaratması da dikkate değer bir ayrıntı gibi gözükmektedir. Metafor bir
düşünüş biçimidir, zihnin çalışma prensiplerindendir. Dolayısıyla ait olduğunuz
tarih, coğrafya, milliyet, toplum unsurlarından tam bağımsız düşünemezsiniz,
konuşamazsınız. Metaforların birincil kategorisi evrensel olanlar ve ikincil
kategorisi gelenek - kültür altyapısı üzerine oturanlar ait oldukları dili
kullanan herkesi –şair dâhil- etkisi altında tutar. Bu iki kategorideki yapılar
“şeyleri farklı gösterme zoru”nun çok ötesinde köklere sahiptir ve
üstlendikleri misyon bakımından da çok farklıdırlar. Dolayısıyla bir dilin
şairler dâhil hiçbir konuşucusu metaforları kullanmamak iddiasında bulunamaz.
Diğer bir açıdan bakıldığında ise bu insanlığın temel deneyimleri üzerinde
şekillenen ve kültür, din, tarih, coğrafya gibi etkilerle yeniden yorumlanan
formlar kullanılmadığında “gerçek”e yaklaşıldığının düşünülmesi bir yanılgıdır.
Bu temel yapılar dilin süsleri değil, insanoğlunun düşünüş biçiminin
sonuçlarıdır. Orhan Veli örneğinin asıl kıymeti de şairin bu yapıları
kullanmamak iddiası taşıyor olmasıdır. Buraya Orhan Veli ya da diğer Garip
şairlerinde bulunan bütün örnekleri sığdırmak elbette mümkün değil. Ancak yine
Kanık’ın en bilinen şiirlerinden örneklemek gerekirse Dedikodu şiirindeki “Kim
söylemiş beni / Süheylâ’ya vurulmuşum diye?”dizesi ele alınabilir. AŞK SAVAŞTIR
metaforu etrafında şekillenen dizenin toplum dilinde de kullanıldığını hemen hatırlarız:
aşkta kazanmak, aşkta kaybetmek, aşka yenik düşmek; -bir bağlam içinde
düşünülürse- eşi gidip annesiyle ittifak kurdu, talipleri etrafını kuşattı,
gönlünü fethetti, onun için çarpıştı, ona vuruldum vb. Yukarıdaki örneklerde de
çokça gördüğümüz ÖLÜM AYRILIKTIR metaforunu Ayrılış şiirinde görürüz ve ilk
olarak elbette aklımıza Yahya Kemal’in “meçhule giden gemisi” gelir:
“Bakakalırım giden geminin ardından; Atamam kendimi denize, dünya güzel; Serde
erkeklik var, ağlıyamam.” Hem Yahya Kemal’e hem Orhan Veli’ye bu dizeleri yazdıran
bu topluma ait metafordur. Ölüm ayrılıktır ve ölen için son yolculuktur
bilhassa da denize yapılan yolculuktur. “Bizlere veda etti, Son yolculuğuna
uğurlandı, Dualarla yolculandı, Aramızdan ayrılışının birinci senesi, imamın
kayığı” gibi günlük dilde kullanılan aynı metaforun onlarca haritalaması
bulunabilir. Aynı metaforun bir başka haritalamasında; Kitabe-i Seng-i Mezar
III şiirinde rahmetlinin ardından hiçbir şey kalmadığını söylendikten sonra şu
dizeleri yazar Kanık: “İsmi bile kalmadı yadigâr. / Yalnız şu beyit kaldı, /
Kahve ocağında, el yazısiyle: / „Ölüm Allahın emri, / Ayrılık olmasaydı. ÖLÜM
AYRILIKTIR; zaten onu zor ve çekilmez kılan da budur. Ölümü fiziki/dünyevi
ayrılık ile eşleştirmek her iki yöne hizmet eder. Ayrılık olduğu için zordur
ancak geçici olduğu ve bir gün elbette buluşacağımız için de katlanılabilirdir.
Aynı anlayışın şairi Melih Cevdet’te de bu haritalamanın ilginç bir örneğiyle
karşılaşırız:
ÖLÜ*
O şimdi yalnızdır.
Anasız, babasız,
Şapkasız, elbisesiz.
Her şeyi arkada bıraktı.
Ne konuşacak arkadaşı,
Ne okuyacak kitabı var,
Yalnız Yapayalnız.
„Ayrılık, yaşarken sahip olunanların kaybedilmesidir‟
yönü ile işlenen şiir tabi ki başlığı ile anlam kazanıyor. Buraya
alıntılamamızın sebebi ve onu metaforik anlamda ilgi çekici kılan ise başlığa
düşülen dipnottur. Şiir Varlık
dergisinde 1941 yılında “Gurbet” adı ile yayınlanmıştır. Anday‟ın şiirin adını
değiştirmesi onun zihnindeki ölüm-gurbet eşleştirmesini ele verir. Her şeye
rağmen gurbetin bir de iyi tarafı vardır: bir gün tekrar beraber olma ihtimali
taşır. Bahsi geçen tüm yapılar, birer birincil metafor örneğidir ve temelini
insani/toplumsal tecrübeden alır. Yani toplumun dilinde aynı haritalama mutlak
olarak varlığını sürdürmektedir. Aynı zamanda bu haritalar ait olduğu toplumun
kavramsallaştırma yöntemini ve içeriğini ortaya koymaktadır. Bu metaforların ve
dildeki haritalamalarının Orhan Veli şiirinde görülür olması onu hedeflediği
yol konusunda başarısız kılmaz. Bilakis bize bu çalışmanın sonucu ve bundan
sonra yapılacak diğer çalışmaların başlangıcı olacak bir kapı açmaktadır. Orhan
Veli ve Garip şairleri metafordan kaçamamıştır ve buna da zaten imkân yoktur.
Çünkü metaforlar figüratif bir misyon yüklenmezler, dili süslemek üzere
kullanılmazlar ve kullanımları “şey”leri “gerçek”ten uzaklaştırmaktan ziyade
“gerçek”e yaklaştırırlar. Doğası gereği zihnin –bireysel ve toplumsal–
haritasını ortaya koyan metaforlar; kavramları görünür, işlenebilir hale
getiriler. Metaforların Kanık‟ın şiirinde tespit edilmesi; şairin edebî
sanatlardan kaçamadığını değil, metaforun bilinçli bir süsleme gayreti, bir
edebi sanat olmadığını gösterir.
kaynak: Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 7/3 2018 s. 1820-1838
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder